08 Nisan, 2025
FIKH-I EKBER
KİTAP İNCELEMESİ
***
KİTAP ADI: FIKH-I EKBER
KİTAP YAZARI: İMAM AZAM
***
İmam Azam Hazretleri Irak/Kûfe'de doğup büyümüş ve hayatının
çoğunu bu şehirde geçirmiştir…
Ebû
Hanife (28) yıl gibi uzun bir zaman hocası Haramad'a talebelik etmiş olup
ölümüne kadar kendisinden ayrılmamıştır…
Hocası
Haramad vefat edince onun yerine geçmiştir…
İmam-ı
Azam Hazretleri'nin ilmi hayatının başlangıcı, fıkıhla meşgul olmadan önce bir süre bidat ehline karşı mücadele etmek
ve kelâma ait çalışmalar yürütmekle geçmiştir…
İmam-ı
Azam inançların korunması için
başlangıçta kelâm meseleleri ile meşgul olmuştur... Ancak, tehlikenin
bertaraf edildiğini düşündükten sonra Selef
âlimlerinin ve Sahabenin yolundan yürümeye karar vermiştir…
Bu dönemde bidat ehli ile olan mücadelesi, zamanla Hadis ve Fıkıh çalışmalarına bırakmıştır...
İmam-ı Azam, inançları
sağlam temellere oturttuktan sonra Fıkıh
ve Hadis ilmine yönelmiş ve bu alanlarda kendine has üslûbu ve zengin
kültürü ile büyük bir etki yaratmıştır…
Hatta
ilerleyen dönemlerde, kelâm ilmiyle bizzat meşgul olmasına rağmen, oğlu Hammad'ı ve diğer talebelerini bu ilimle
meşgul olmaktan menetmiştir…
İmam
Azam'ın inançtaki mezhebi kurucusu bulunduğu Ehl-i Sünnet vel-cemaat
mezhebidir...
İmam
Azam'a Ehl-i Sünnet inancının alâmetlerinden sorulunca şöyle cevap vermiştir...
1- Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'i diğer sahabeler üzerine üstün
tutarız…
2- Hasan ile Hüseyin'e sevgi besleriz...
3- Hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanırız...
4- Mestler üzerine mesh etmeyi caiz görürüz...
5- Kuvvet şurubu gayesiyle hurma suyundan yapılmış şiranın
içilmesini caiz görürüz…
6- Günahı sebebiyle hiçbir mümine kâfir demeyiz...
7- Allah'ın sıfatları hakkında konuşmayız...
8- Ehl-i Sünnete göre Allah'ın sıfatları, Allah'ın isimleri
(Esma-i hüsna) tevkifidir...
9- Bütün sahabeler hakkında hayırdan başka bir şey söylemeyiz...
10- Sahabenin en üstünü Hz. Ebû Bekir, sonra Hz. Ömer, sonra, Hz.
Ozman, sonra Hz. Ali, sonra Aşere-i mübeşşere, sonra Bedir ehli, sonra Uhud
savaşına katılanlar, sonra Hudeybiye bulunanlar, sonra Bey'atür Rıdvan'da
bulunanlar, sonra Akabe biatında bulunanlardır…
Ehl-i Sünnet İnancı, Hz. Ebû Bekir
ve Hz. Ömer'i diğer sahabeler üstün tutmak, Hasan ve Hüseyin'e sevgi beslemek,
hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmak, mestler üzerine mesh etmeyi caiz
görmek ve kuvvet şurubu gayesiyle hurma suyundan yapılmış şıranın içilmesini
caiz görmek sayılmaktadır…
İmam-ı
Azam'ın kelamcılarla Allah'ın birliği konusunda girdiği bir tartışmayı
aktararak onun Allah'ın varlığının
apaçık olduğunu ve âlemin kendi kendine idare edilemeyeceğini
vurguladığını belirtmektedir...
İmam-ı
Azam'ın Allah'ın ilim sıfatının kadim
olduğunu ve sonradan olma bilgilerden münezzeh olduğunu ifade ettiği
aktarılmaktadır…
Ayrıca,
kelâm sıfatının Allah Teâlâ'nın hakiki
ve ezelî bir sıfatı olduğu ve Allah kelâmının yaratılmış olmasının
mümkün olmadığı vurgulanmaktadır...
İmam-ı
Azam'ın "Allah Teâlâ, bir şeydir, fakat diğer eşya gibi değildir"
sözüyle Allah'ın zamandan ve mekândan
münezzeh olduğu anlatılmaktadır…
Kaza ve Kader, İmam-ı Azam'ın kulun
fiil anındaki kudret ve iradesinin yaratılmış olduğunu ve fiilden evvel değil,
iş ile beraber yaratıldığını savunduğunu belirtmektedir…
Ayrıca,
kulların amellerinin Allah'ın emri, iradesi, Allah'a emirleri, hükümleri ve
fiillerinde hür olması, kazası, takdiri, rızası, muvaffak kılması ve yaratması
ile olduğu ifade edilmektedir…
Kader,
ezelden ebediyete kadar olmuş olan, olacak olan tüm şeylerin; nasıl olacağını,
ne zaman olacağını ve nerede olacağını Allah'ın bilmesidir...
“İlim
malûma tâbidir” sözü; Allah'ın insanın ne yapacağını, önceden ve olmadan
bilmesi demektir...
Alim-i
Mutlak olan Allah, olmuş ve olacak bütün fiilleri ezelde takdir etmiş, tanzim
etmiş ve Levh-i Mahfûz'da kaydetmiştir...
Hiç
bir şey O'nun takdirinin dışında olamaz…
Kaza ise
Allah'ın önceden bilip, takdir ettiği her şeyin zamanı geldiği takdirde
gerçekleşmesidir...
Ehl-i
Sünnet inancına göre büyük günah
işlemekle müminin kâfir olmayacağı vurgulanmakta ve İmam-ı Azam'ın bu
görüşü desteklediği belirtilmektedir...
Veli kullar için kerametlerin caiz olduğunu
ve bunun peygamberler için mucize olmasıyla aralarında peygamberlik iddiası
dışında bir fark olmadığını İmam-ı Azam'ın görüşü olarak aktarmaktadır...
Müminlerin Cennette Allah Teâlâ'nın yüzünü
görecekleri inancının Selefin çoğunluğunun görüşü olduğunu ve bu konuda
hadis ve ayetlere dayandığını belirtmektedir...
İmam-ı
Azam'ın imanın dil ile ikrar ve kalp
ile tasdikten ibaret olduğunu söylediği aktarılmaktadır...
Yalnız
başına ikrarın veya bilginin iman olmadığı vurgulanmaktadır…
Ayrıca,
imanın artıp eksilmeyeceği
görüşü İmamı Azama atfedilmektedir...
İmamı
Azamın amelin imandan, imanın da
amelden başka olduğunu söylediğini belirtmektedir...
Çoğu
zaman müminden amel yapma mükellefiyetinin kalkabileceği ancak bu durumda
imanın kalkmayacağı ifade edilmektedir…
Büyük günah işleyenler hakkında Hz.
Peygamberin ve ümmetinin hayırlılarının şefaatlerinin sabit olduğunu
Ehli Sünnet inancı olarak sunmaktadır…
Kıyamet gününde amellerin özel bir tartı aleti ile
tartılmasının hak olduğunu İmam-ı Azamın "Mizan haktır" sözüyle
desteklemektedir...
Kabirde ölüye ruhun iade edileceğini ve
meleklerin sorularına cevap vermenin bununla mümkün olacağını İmam-ı Azam'ın
görüşüne dayandırarak aktarmaktadır…
Peygamberlerden sonra insanların en üstünün
sırasıyla Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali olduğunu Ehl-i
Sünnet âlimlerinin ittifakıyla belirtmektedir…
Ve
İmam-ı Azam'ın da bu görüşte olduğu ifade edilmektedir...
İmam-ı
Azam'ın hak yolda münakaşayı çirkin
görüp tasvip etmediğini ve kelâm ilminin felsefenin zararlarını içerdiğini
düşündüğünü aktarmaktadır...
Ancak
hakkı savunmak veya şüpheleri gidermek amacıyla kelâm ilmiyle uğraşmanın mekruh
olmadığı da belirtilmektedir…
Müslüman
ülkelerde doğup büyüyen ve âlemin sanatlarını görüp Allah'ı tanıyan kimseler
için delile bakarak bilgi sahibi
olmanın farz, taklidin ise caiz olmadığını İmam Razı ve Âmidî'nin görüşü
olarak aktarmaktadır...
Hanefî Mezhebinin kurucusu olan İmam-ı Azam
Hazretleri, aynı zamanda bugünkü manada Ehli-i Sünnet vel cemaat inancının da
ilk kurucusu olarak tanınmaktadır…
Ayrıca
kitapta, İmamı Azamın fıkıhla meşgul olmadan önce bir süre bidat ehline karşı mücadele ettiğini ve
kelâma ait çalışmalar yürüttüğünü ifade etmektedir…
Başlangıçta
inançların korunması için kelâm meseleleriyle meşgul olan İmamı Azam
Hazretleri, tehlikeyi bertaraf ettikten sonra Selef âlimlerinin ve Sahabenin yolundan yürümeye karar vermiştir…
Bu
durum, onun Ehli Sünnet inancının temelini atmada önemli bir rol oynadığını
göstermektedir…
İnanç bakımından Ehli Sünnet 'in dışında kalanlara
“Bidat ehli” tabiri kullanılır…
İmamı
Azam Hazretleri, fıkha intisap etmeden evvel bir müddet bidat ehline karşı mücadele etmek ve kelâma ait çalışmalar yürütmüştür…
Başlangıcında
inançların korunması için kelâm
meseleleri ile meşgul olan İmam-ı Azam Hazretleri, tehlikeyi bertaraf
ettikten sonra Selef âlimlerinin ve
Sahabenin yolundan yürümeye karar vermiştir…
Bu
mücadele dönemi, yerini Hadis ve Fıkıh
çalışmalarına bırakmıştır...
Böylece
inançları sağlam temellere oturttuktan sonra İmamı Azam Fıkıh ve Hadis ilmine yönelmiş ve bu alanlarda kendine has üslûbu
ve zengin kültürü ile büyük çapta tesir icra etmiştir...
İmam-ı
Azam'ın İslâm Fıkhının da kurucusu
sayıldığını ifade edilmektedir…
Ayrıca,
İmam Azam'ın fıkıh ilminde diğer
müçtehitlere nazaran deha derecesinde başarılı olduğu
belirtilmektedir...
Ehl-i
Sünnet inancının temel vasıfları, Hz.
Peygamber’in üzerinde bulunduğu inanç yoludur…
Ehl-i
Sünnet âlimleri, Hz. Peygamber'in inanç yolunu tespit etmişlerdir…
Bozuk inançları reddederek tertemiz ve sağlam bir
inanç yolu olduğu belirtilerek
Hz. Peygamber’in kurtulduğunu müjdelediği fırka bu
inanca bağlı olanlardır…
İnanç bakımından Ehl-i Sünnet 'in dışında kalanlara
“Bidat ehl-i” tabiri kullanılır…
Bidat ehlini bütünü ile kâfirlik yahut sapıklıkla
itham etmeğe Ehl-i Sünnet vel-cemaat inancı müsaade etmez…
İmam Azam Hazretleri, bugünkü manada Ehl-i Sünnet
vel-cemaat inancının ilk kurucusu olarak kabul edilmektedir...
Kulluğa
ait konularda boyun eğmek, Ehl-i Sünnet inancında daha faziletli ve kâmildir,
çünkü bunda nefsin bir hazzı yoktur; belki Hakkı elde etmede halisane bir
şekilde emirlere uymak vardır...
İmam-ı
Azam Hazretleri fıkıhta kendine has bir metot benimsemiştir…
İmam-ı
Azam dünya çapında rey ve içtihat metodunu
geniş çapta kullanarak kendinden
sonrakilere içtihadın kapısını açmıştır…
Bu
sebeple kendisine Fıkhın babası adı da verilmiştir…
Eğer
İmam Azam'ın açtığı bu çığırla ortaya koyduğu binlerce içtihadı olmasa
Müslümanların nasıl davranacaklarını bilemeyecekleri ve sapmaktan
kurtulamayacakları ifade edilmektedir…
Ayrıca
İmam-ı Azam, kendine has metodu ile hadislerin sağlamını zayıfından ayırmış ve
buna “Hadis Fıkhı” adını vermiştir…
İmam-ı
Azam'ın ticaretle de meşgul olması sayesinde zamanın ihtiyaçlarını daha iyi
tanıyabildiği ve örf ve âdetleri herkesten daha mükemmel kavrayabildiği
belirtilmektedir…
Onun
ticarî hayatı bilhassa örf ve âdetlere
müstenid düşünceleri ve içtihatları üzerinde etkili olmuştur…
Ebû
Hanîfe'nin kıyasla ilgili meseleler
hakkında talebeleri ile tartıştığı, talebelerinin bazen kendisine uyduğu
bazen de itirazda bulunduğu ifade edilmektedir…
Ancak
İmam Azam Ebû Hanîfe istihsana
başvurduğu zaman, yani ictihad ettiği zaman ona hiç kimsenin itiraz etmediği
belirtilmektedir…
Çünkü
o istihsan konusunda ileri sürdüğü meseleleri kuvvetle müdafaa eder ve herkes
kendisine bu konuda hak verirdi…
İmam
Azam'ın Fıkıh ilminde diğer müçtehitlere nazaran deha derecesinde başarılı
olması, onun halkı yakından tanıması, halk ile münasebetlerinin devam etmesi ve
bilhassa ticarî hayatında toplumun meselelerini çok iyi anlaması ile
ilişkilendirilmektedir…
İmam-ı
Azam fıkıhta rey, içtihat ve istihsan
metotlarını geniş ölçüde kullanmış, örf ve âdetleri dikkate almış, hadisleri titizlikle incelemiş ve bu sayede kendisinden sonraki
dönemler için önemli bir fıkıh ekolü oluşturmuştur…
Halife
Mansur, İmam Azam, İmam Sevrî, İmam Cündî, İmam Şerik ve İmam Mis'ar'ı kadı
olarak atamak üzere huzuruna çağırmıştır…
İmam-ı
Azam Hazretleri, Halife Mansur'un kendisini kadı tayin etme teklifini kabul etmemiştir…
Halife
Mansur, İmam Azam'ı tekrar huzuruna çağırmış ve kadı olmasını teklif etmiştir…
Fakat İmam Azam yine bu teklifi kabul etmemiştir…
Bunun
üzerine Halife Mansur kızmış ve İmam
Azam'ı hapsedeceğine ve dövdüreceğine yemin etmiştir…
Halife'nin
emriyle İmam Azam her gün on kamçı vurularak hapsedilmiştir…
Bazı
rivayetlere göre İmam Azam'ın vefatı, bu hapishane sürecinde şiddetli acılar
çekmesi sonucu ya da dövülmesinden sonra zehirlenmesiyle gerçekleşmiştir...
Başka
bir rivayete göre ise kadılık teklifini kabul etmeyince şerbetine zehir
konularak öldürülmüştür...
Kitap, doğrudan İmam Azam'ın kadılık teklifini neden reddettiğine dair açık bir ifade
sunmamaktadır...
Ancak,
onun hile yapmayı düşünmesi ve sonunda hapse girme ve işkence görme pahasına
görevi kabul etmemesi, bu görevi istemediğini
ve çeşitli sebeplerle uygun görmediğini düşündürmektedir...
İlerleyen
dönemlerde İmam-ı Azam, oğlu Hammad'ı
ve diğer talebelerini kelam ilimiyle meşgul olmaktan menetmiştir...
İlmi kelâm yolu ile arayanın zındıklaşacağı yönünde bir görüş
nakledilmiştir…
Bu
ifade, kelâm ilmine aşırı derecede dalmanın sakıncalarına işaret etmektedir…
Bazı
hocalar, Felsefe ilminin öğrenilmesinin haram olduğunu ve felsefeyi bidat
olarak gördüğü ifade edilmektedir...
Felsefe
ve kelâm ilminin zararları arasında şüphe yaymak, inançları sarsmak ve imanları
samimiyetten uzaklaştırmak sayılmaktadırlar…
Bununla birlikte, kelâm ilminin tevhit ilminin gerçekleşmesine yardımcı olduğu ve inançları korumak için bir vasıta kılındığında hiçbir müçtehidin karşı çıkmayacağı da ifade edilmektedir...
Yani, kelâm ilminin amacı ve kullanım
şekli önem arz etmektedir...
Selef
âlimlerinin kelâm ilmine karşı çıkmalarının çeşitli sebepleri
sıralanmaktadır..:
Felsefenin
(ve dolayısıyla kelâmın bazı yönlerinin) İslam'ın esaslarını anlamaya mani
olması ve manasız işlerle uğraşmak olması…
Kelâmın
(felsefenin) çekişmeye ve münakaşaya sevk etmesi, bunun da kötü huylara yol
açması…
Felsefenin
(ve bazı kelâmı yaklaşımların) kişiyi şüphe ve tereddüde düşürmesi, başlangıçta
imanlı olanın imanının sarsılabilmesi...
Kelamcıların
filozofların sözlerine kulak asmaları ve onlara uymaları, bu sebeple Kur'an ve
Sünnet'ten yüz çevirmeleri...
Hanefî
müctehidlerinin kelâm ilmine yaklaşımları başlangıçta inancı koruma odaklı olsa
da, İmam-ı Azam'ın ilerleyen dönemdeki tavrı ve sonraki Hanefî âlimlerinin
görüşleri, aşırıya kaçmamak, bidat
ehliyle tartışmalarda inceliklere dikkat etmek ve kelâmı inanç esaslarını
sağlamlaştırmak için bir araç olarak görmek kaydıyla daha temkinli bir
yaklaşımı yansıtmaktadır…
Kelâm
ilminin derinlemesine ve gereksiz tartışmalara yol açacak şekilde ele alınması
ise hoş karşılanmamıştır...
Ehl-i
Sünnet âlimleri arasında dört halifenin üstünlük sırası konusunda ittifak
bulunmaktadır…
Bu
sıralama Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz.
Osman ve Hz. Ali şeklindedir...
Ehl-i
Sünnet âlimleri, Hz. Ebû Bekir ile Hz.
Ömer'in üstünlüğü konusunda ittifak etmişlerdir... Bu tertip, Hz. Osman ile Hz. Ali arasında da aynen
geçerlidir…
Ehl-i
Sünnet âlimlerinin çoğunluğunun görüşü de bu yöndedir…
Evet,
kelâm ilminin fayda ve zararları hakkında farklı görüşler bulunmaktadır...
İmam
Azam Hazretleri'nin başlangıçta inançların
korunması için kelâm meseleleri ile meşgul olduğu…
Bazı
âlimlere göre kelâm ilmi, tevhit
ilminin gerçekleşmesine yardımcıdır…
Ayrıca,
inançları korumak için bir araç
kılındığında hiçbir müçtehidin karşı çıkmayacağı ifade edilmektedir...
Kelâm
ilminin faydalarından biri olarak taklit
derecesinden yakın derecesine çıkmak gösterilmektedir…
Hakkı
kabul etmemek için konuşup onu atmak isteyenlere karşı konuşmak ve onları susturmak amacıyla kelâm ilmiyle meşgul olmak mekruh
değildir...
İmam Azam Hazretleri, tehlikeyi bertaraf ettikten sonra Selef âlimlerinin ve Sahabenin yolundan yürümeye karar vermiş ve
kelâm ile mücadeleyi bırakmıştır...
Hatta
sonraları oğlu Hammad'ı ve diğer
talebelerini bu ilimle meşgul olmaktan menetmiştir…
Bunun
sebebini ise, kendi kelâm tartışmalarında arkadaşlarının yanılmasından
korkarken, sonraki tartışmalarda tarafların birbirinin yanılmasını istemesi ve
bunun küfür olması olarak açıklamıştır…
İmam
Ebû Yusuf'tan nakledilen bir söze göre, "İlmi,
kelâm yolu ile arayan zındıklaşır"...
Hocaların
bazıları, mantık ilmi gibi felsefe
ilminin (ki kelâm ile ilişkili görülmektedir) öğrenilmesinin haram olduğunu
söylemektedirler...
Bunun
nedeni olarak selef âlimleri ve güvenilir müfessirlerin çoğunluğunun icmal
gösterilmektedir…
Felsefe
ve kelâm ilminin zararları arasında şüphe
yaymak, inançları sarsmak ve imanları samimiyetten uzaklaştırmak
sayılmaktadır…
Selef
âlimlerinin kelâm ilmine karşı çıkmalarının çeşitli sebepleri vardır:
İslâm'ın esaslarını anlamaya mani olması ve manasız
işlerle uğraşmak...
Çekişmeye ve münakaşaya sevk etmesi, bunun da kötü huylara yol
açması…
Kişiyi şüphe ve tereddüde düşürmesi, başlangıçta imanlı olanın
imanının sarsılabilmesi…
Kelamcıların filozofların sözlerine kulak asmaları
ve Kur'an ve Sünnet 'ten yüz çevirmeleri…
İmam
Mâlik'in, kendi arzularına uyanların
şahitliğinin kabul olmadığı yönündeki sözü, talebesi tarafından
kelamcıları kastettiği şeklinde tevil edilmiştir…
Gazali'nin
kelâma ait meselelerde vardığı neticenin duraklama ve hayret olduğu ve sonradan bu yoldan yüz çevirerek
hadislere yöneldiği belirtilmektedir...
Bir
görüşe göre, bir kulun Allah'ına
şirkten başka bütün günahlarıyla kavuşması, onun için Allah'a kelâm ilmiyle
kavuşmasından daha hayırlıdır…
Kelâm
ilmiyle derinlemesine ve gereksiz tartışmalara girmenin inancın sarsılmasına neden olabileceği endişesi dile
getirilmektedir…
Kelâm
ilminin hem faydaları hem de zararları hakkında farklı görüşler bulunmaktadır...
Başlangıçta inancı koruma amacıyla faydalı görülse de, gereksiz derinleşme,
tartışma ve şüpheye yol açma potansiyeli nedeniyle Selef âlimleri ve İmam Azam
gibi Hanefî müçtehitleri tarafından daha temkinli yaklaşılmış ve hatta bazı
durumlarda yasaklanmıştır...
Ancak,
inancı sağlamlaştırmak ve hakikati savunmak amacıyla kullanılması durumunda
faydalı olabileceği de ifade edilmektedir…
Gerçek müminler Cennete gireceklerdir…
Allah
Teâlâ, iman edip iyi amel işleyenleri ağaçlarının altından nehirler akan
Cennetle müjdelemektedir…
Müminler
Kıyamet gününde Rablerini göreceklerdir…
Hatta
Cennette müminlere Allah'ı görmekten daha iyi bir nimet verilmemiştir...
Büyük
günah işleyen bir mümin, günahının helal olduğuna inanmadıkça imandan çıkmaz...
Bu
tür günahkâr müminlere gerçekten mümin denir...
Allah
Teâlâ, kendisine eş koşmaktan başka mümin olarak fakat tövbe edemeden öldüğü
kötülükleri dilerse affeder, dilerse azap eder...
Ancak
onları ebedî olarak Cehennem ateşinde bırakmaz…
Müminlerin
de Cehennem ateşinden geçebileceği, ancak kendilerine saadet verilmiş olanların
Cehennemden uzaklaştırılacakları ifade edilmektedir…
Cennette
taatlara göre dereceler vardır ve müminler amelleri sebebiyle bu derecelere
gireceklerdir…
Cennete
ebediyen kalmak ise ebedî inanca bağlıdır...
Kâfirler
ebedî olarak Cehennemde kalacaklardır...
Allah
Teâlâ kâfirlere, azap artırmaktan başka bir şey yapmayacağını bildirmektedir…
Kafir
olarak ölenlerin tövbeleri kabul değildir...
Şirkten
başka diğer günahları Allah mağfiret edebilir...
Büyük
günahlardan kaçınıldığı takdirde küçük günahlar affedilebilir...
Büyük
günah işleyenlerin durumu Mutezile ve Ehl-i Sünnet tarafından farklı
değerlendirilmektedir...
Mutezile'ye
göre büyük günah işleyen ne mümindir ne de kâfirdir, ancak ebediyen Cehennemde
kalacaklardır...
Ehl-i
Sünnet'e göre ise büyük günah işleyen mümin olarak kalır, ancak Allah dilerse
onu cezalandırabilir…
Ehl-i
Sünnet'e göre amel imandan başkadır ve ondan bir parça değildir…
Mutezile
ise amelin imandan bir parça olduğunu savunur…
İman
edip iyi amel işleyenler Cennetle müjdelenmiştir…
Ancak
Cennete giriş Allah'ın fazlıyla, dereceler ise amellerle kazanılır…
İmanda
itibar sonuca göredir…
Hayatı boyunca küfür ve isyan üzerinde yaşasa da iman üzerine ölen bahtiyar bir mümindir…
Ömrü boyunca tasdik ve şükür üzerinde bulunsa da küfür üzerinde ölen
kötü bir kâfirdir...
Cennette
ebediyen kalmak niyete bağlıdır...
İmana
göre insanların akıbeti, imanlarının derecesine, işledikleri günahlara, tövbe
edip etmediklerine ve son nefeslerindeki inanç durumlarına göre farklılık
gösterir…
Gerçek müminler nihai olarak Cennete gireceklerdir, ancak günahları sebebiyle
bir süre ceza görebilirler...
Kâfirler ise ebediyen Cehennemde kalacaklardır…
İman
ve amel birbirinden farklı şeyler olsa da, iyi ameller müminlerin Cennetteki
derecelerini yükseltir...
Kısaca
iman üzerinde ölmek mümin olmanın ve
Cennete girmenin temel şartıdır...
Ebû
Hanîfe küçük yaşta babası Sâbit'i kaybetmiştir...
Babasının
vefatından sonra annesi Câfer-i Sadık ile evlenmiştir...
Dolayısıyla,
Ebû Hanîfe ilk terbiyesini ve ilk
bilgilerini Câfer-i Sadık’tan alarak ilerideki ilmi hayatını sağlam temellere
oturtmuştur...
Ebû
Hanîfe küçük yaşta önce Kur'an-ı
Kerîm'i ezberlemiştir…
Daha
sonra Kıraat imamlarından İmam Asım'dan
kıraat ve hıfzını tamamlamıştır…
Bu
bilgilere göre, Ebû Hanîfe'nin ilk ilmi terbiyesi öncelikle üvey babası Câfer-i Sadık'tan gelmiş ve
ardından Kur'an-ı Kerim'i ezberlemesi
ve kıraat ilmini öğrenmesiyle devam etmiştir…
İmam-ı
Azam hadis ilmine kendine özgü
"Hadîs Fıkhı" metodu ile sahih hadisleri ayırt ederek, ezberlediği çok sayıda hadis ile derin bir
bilgi birikimi oluşturarak ve bu hadisleri fıkıh ilmindeki içtihatlarının temel dayanaklarından biri yaparak
önemli katkılar sunmuştur…
Bidat ehlinden ayrı durmak…
İnanç bakımından ehl-i sünnetin dışında kalanlara “Bidat ehl-i” tabirinin
kullanıldığı ifade edilmektedir…
Ehl-i
Sünnet vel-cemaat inancı, bidat ehlini bütünüyle kâfirlik veya sapıklıkla itham
etmeye müsaade etmemektedir...
Ehl-i
Sünnet vel-Cemaat inancının temel alametleri arasında Kur'an ve Sünnet'e sıkı sıkıya bağlılık, Selef-i Salih in’in yolunu izleme, bidatlardan uzak durma, akıl
ve nakil dengesini gözetme, sahabeye
saygı ve sevgi ve iman-amel
ilişkisine dair belirli bir anlayış bulunmaktadır...
Dolayısıyla
İmam-ı Azam Hazretleri, başlangıçta kelâm
ilmi ile meşgul olmuş, daha sonra ise ağırlıklı olarak hadis ve fıkıh ilimleri üzerine
yoğunlaşmıştır…
Ayrıca
ticari hayatı sayesinde edindiği örf ve
âdet bilgisi de fıkıh alanındaki içtihatlarını önemli ölçüde
etkilemiştir…
Kabirde
ölüye soru soracak olan meleklerin Münker
ve Nekir olduğu belirtilmektedir…
Kaynakta
geçen bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber kabrin yanından geçerken, kabre konulan
ölüye Münker ve Nekir meleklerinin
"Rabbin kimdir? Dinin nedir? Peygamberin kimdir?" şeklinde soru
soracaklarını ifade etmiştir…
Allah'ın
izni ve desteğiyle gerçekleşen mucizeler yalnızca gerçek peygamberlere has
kılınmıştır...
Bütün peygamberler küçük ve büyük günah işlemekten,
küfürden ve çirkin işlerden korunmuşlardır…
Çirkin
işlerden maksat; adam öldürmek, zina etmek, sihir yapmak, başkasının malını
haksız yere yemek gibi haram olan ve şeran kötü görülen işlerdir…
Yalan
söylemek, iftira etmek, emanete hıyanet etmek de büyük günahtır…
Tembellik
sebebiyle bir kere de olsa sünneti terk etmek ise küçük günahtır…
Bu
günahlardan korunma işi, peygamberler
için, peygamberlikten önce de sonra da sabittir...
Peygamberlerdeki
ismet sıfatı imtihanı yok etmez...
İsmet
Allah Teâlâ tarafından bir lütuftur...
Peygamberi
hayır işlemeğe sevk eder, kötülükten meneder...
Hiçbir
veli peygamber derecesine ulaşamaz…
Çünkü
peygamberler günah işlemekten
korunmuşlar, son nefeslerinde imanın yok olma korkusundan emindirler,
vahiy ile ikram edilmişlerdir, keza melekleri görmekle ikram edilmişlerdir;
dine ait hükümleri tebliğ etmekle emredilmişlerdir; halkı doğru yola sevk
etmekle vazifelendirilmişlerdir…
Bu
üstünlük, velilerin sahip olduğu kerametlerden fazla olarak peygamberde
bulunduğu için hiçbir veli peygamber derecesine ulaşamaz…
Dolayısıyla, peygamberlerin temel olarak günahlardan (büyük ve küçük), küfürden ve
çirkin işlerden korunduğu, bu korunmanın peygamberlik öncesi ve sonrası devam
ettiği, bu ismetin onların iradelerini ortadan kaldırmadığı, aksine hayra
yönlendirdiği ve kötüden alıkoyduğu vurgulanmaktadır...
Ayrıca,
peygamberlerin son nefeste imanlarını kaybetme korkusundan emin oldukları
belirtilerek, bu yönleriyle velilerden üstün oldukları ifade edilmektedir…
Felsefenin
hak ehlinin inancına başlıca zararları; şüphe ve tereddüt oluşturması, doğru
inançları sarsması, sapık inançları güçlendirmesi, hakikate ulaşmayı
zorlaştırması, gereksiz tartışmalara yol açması ve Kur'an'ın yanlış
yorumlanmasına neden olmasıdır…
Bu
nedenlerle Selef âlimleri felsefeye karşı çıkmışlardır…
İmanın
artıp eksilmesi, imanda istisna (inşallah müminim demek), tövbe gibi konular da
akıbetle ilişkili olarak ele alınmaktadır…
İmanında
şüphe duyan bir kimse mümin olmaz…
Tövbe
ise günahlardan dönmek için önemli bir yoldur ve kabul şartları
belirtilmektedir...
Kısaca
imanın varlığı, niteliği ve amellerle olan ilişkisi, bir Müslüman’ın akıbetinin
belirlenmesinde temel ölçülerdir…