KİTAP İNCELEMESİ
***
KİTAP ADI: ATATÜRK’ÜN UŞAĞI İDİM
KİTAP YAZARI: CEMAL GRANDA
***
Cemal Granda 1910 yılında Manisa’nın Salihli ilçesinde
dünyaya geldi…
1925 yılında gemilerde yolcu ve mürettebatın hizmetinde
kamarot olarak görev yapmaya başladı…
Daha sonra kamarotluktan ayrılarak, imkânları daha iyi
olduğu için garsonluk yapmaya karar verdi…
Garsonluk vazifesi, onun Atatürk’ün hizmetine girmesine
neden oldu…
“Çelebi” diye adlandırdığı Granda, Atatürk'ün 12 sene
boyunca yakın hizmetkârlığını yapmıştır…
Atatürk’ün sofrasında konuşulan tarih, politika, kültür,
sanat konularına şahit oldu…
Atatürk’e hizmet ettiği dönemle ilgili hatıralarını 1947’de
yazmaya başladı...
***
Kitapta Atatürk’ün özel hayatı anlatılmaktadır…
Bir başkasının ağzından anlatıldığı için eksiği-fazlasını
bilememekteyiz…
Ancak anlatılanlar çok yakın gözleme dayandığından, doğru
kabul etmek durumundayız…
***
Kitaptan aklımıza kalanlar:
1-“Dünyada ne kadar Kemal varsa eşektir”…
Atatürk bu sözü söyledikten sonra kendisine bakanlara,
“Sende Kemal’sin demek istiyorsunuz değil mi?
Ben artık KAMAL oldum, Kemaller başının çaresine baksın!”
dedi…
2-Foks aslında hırçın bir köpekti…
Bir gün Atatürk’ün eli sarılıydı, “foks ısırdı” dediler…
Bunun üzerine köpek köşkten uzaklaştırılarak öldürüldü…
3- Kitapta İçki ve alkol kısımlarına çok fazla vurgu
yapılmıştır…
4- Şapka devriminden sonra Şapkayla beraber kafa ölçüleri de
ortaya çıkmıştı…
1930 yılında Ankara'dayız...
O zamanın Milli Eğitim Bakanı olan Dr. Reşit Galip elindeki
bir makineyle herkesin kafatasını ölçüyor…
Hizmetkârların konuşmalarına göre 77-79 gelen kafalar
hayvan, 81'den ileri olanlar da insan kafalıdır…
Atatürk'ün başı ölçüldü ve 81 geldi…
Atatürk, Reşit Galip'e, “Çelebi'nin kini ölç” dedi…
Başım ölçüldü ve 81 çıktı...
Sevinmeğe başlamıştım…
Öyle ya, Atatürk'le aynı kafa ölçüsü taşıyordum, fakat
sevincim uzun sürmedi…
Atatürk, “olmaz! O hayvan kafalıdır...
Bir yanlışlık olmasın” dedi…
"Baksana Çelebi'nin kafasına…
O melun kafanın benimkiyle ilgisi var mı?" dedi…
5- Atatürk, konuklara dönerek:
"Gördünüz ya, Türk askeri böyle vurur" dedikten
sonra, arka cebindeki toplu tabancasını çekerek tavandaki avizenin ampullerini
başladı teker teker vurmağa…
Eski köşk ahşap olduğundan atılan kurşunlardan tavan delik
deşik oldu…
Bu kadarla kalsa iyi…
Yukarıdaki yatak odasının gardırobunda ne kadar gömlek, don,
fanila varsa hepsi delik deşik olmuştu...
Bereket yatak odasında o anda kimse yoktu...
6-Arkadaşlarım sürekli bana şakadan takılırlardı…
Bir gün, “biz Selanikliler olmasaydı siz kurtulamazdınız”
diye bana takıldılar…
Ben de cevap olarak, “ Biz kendi kendimizi kurtardık…
Selaniklilere ihtiyacımız yok…
Hem Selanik'ten çıksa çıksa Yahudi çıkar” dedim…
O sırada merdivenleri yavaş yavaş inen Atatürk'ü
görmemiştik…
Konuşmalarımıza istemeyerek kulak misafiri olmuş ki, o akşam
sofrada bir Selanikli olan Nuri Conker'e
damdan düşer gibi sordu…
“Nuri Bey, Selanik'ten ne çıkar?”
O anda beynimin karıncalandığını duyar gibi oldum...
Demek korktuğum başıma gelmiş, Atatürk antrede
konuştuklarımızın hepsini duymuştu...
Nuri Conker, sanki bütün konuştuklarımızı biliyormuş da,
beni korumak kararını vermişçesine,
“Bol Yahudi çıkar Paşam” demesin mi?
“Benim için de bazı kimseler Selanik'te doğduğumdan Yahudi
olduğumu söylemek istiyorlar...
Şunu unutmamak lazımdır ki, Napolyon da Korsikalı bir
İtalyan’dı…
Ama Fransız olarak öldü ve tarihe Fransız olarak geçti”
dedi…
7- “Bir zamanlar ben de Mason olmuştum...
Bir gün bir arkadaşım beni alıp, Beyoğlu'ndaki Mason
Cemiyetine götürdü…
Daha ne olduğumu bile anlayamadan kendimi cemiyetin içinde
buldum…
Mermer merdivenlerden büyük bir salona indik…
Orada yüzlerini görmediğim birtakım kişiler vardı...
Bizi buyur edip, oturttular, kahveler sundular, hal hatır
sordular...
Orada fazla kalmadık, tekrar merdivenlerden daha da aşağıya
indik…
Bir öncekinden daha geniş bir salonda bulduk kendimizi…
Salonda büyük bir kalabalık toplanmış, kılıçlı bir tören
yapılıyordu…
Bu işleri daha önceden bildiğini anladığım arkadaşım beni
kolumdan tutmuş, durmadan ne yapmam gerektiğini anlatıyordu…
Kılıçların arasından, geçip, kutsal bir kitaba el bastık…
Bütün bunlar olup bittikten sonra dışarı çıktık…
İçerde çok sıkılmıştım…
İşte benim Masonluğum bundan ibarettir” dedi…
Atatürk gene bir toplantıda Mim Kemal'e dönerek:
“ Kemal Bey, şimdi sıra sizin, bize Masonluğu
anlatacaksınız…
Önce söyleyiniz, Masonluğun prensipleri nelerdir?” diye
sordu…
Mim Kemal, dilinin döndüğü kadar Masonluğu anlatmağa, bu
arada övmeğe çalıştı…
Masonluk milliyetçi, halkçı, cumhuriyetçi gibi sözler
söyleyince, toplantıda bulunanlardan biri,
“Mademki Masonluk böyle, bizim Halk Partisi’nin prensipleri
de bunlardan başka bir şey değildir…
O halde Masonluğun hikmeti vücudu kalmaz” dedi…
Atatürk tekrar Mim Kemal 'den buna karşı ne diyeceğini
sordu.
O da, “Halk Partisinin prensipleri memleket sınırları içinde
geçerlidir…
Masonluk, bu idealin memleket sınırları dışına yayılmasına
aracı olan rasyonel bir kuruluştur...
Diktatörlüğün egemen olduğu ülkelerde Mason locaları
yıkılır, Masonlar yok edilirken, Türk milli Masonları huzur ve güvenlik içinde
yaşamaktadır…
Dünyanın en mutlu Masonları Türkiye'de barınmaktadır...
Yabancı Masonlar, yerli Masonları kıskanarak uzaktan
bakmaktadırlar…”
Masonluğu böylesine hararetle öven Mim Kemal 'i dikkatle
dinleyen Atatürk, onun sözü daha fazla uzatmasını önlemek için,
“Peki anlaşıldı...
Reisiniz kim?” diye sorar…
Mim Kemal, hiç kimsenin ummadığı, söylemeğe cesaret
edemediği şu sözleri söyledi,
“Memlekette barış ve huzur isteyen ve bütün Dünyaya
seslenerek bu idealin gerçekleştirilmesine çalışan Zatı Devletleridir” der…
Atatürk'ün bir anda kaşları çatılır ve sesinin tonu değişir,
“Ben Mason Cemiyetine girmem…
Başkalarının yaptığı prensiplere değil, ancak kendi
prensiplerime uyarım” der…
8-Arkamda duran Atatürk:
“Efendi, efendi” diye bana seslendi…
Döndüm…
“Buyurun efendim, bir emriniz mi var Paşam?” Diye karşılık
verdim…
Cumhuriyet rejiminin kurulmasına beylik, paşalık kalktığı
halde Atatürk için kalkmadı…
Bu, ölünceye dek sürdü…
O akşam ilk kez konuştuğum Atatürk'le, aramızda şunlar geçti:
“Senin ismin nedir?”
“Cemal…”
“ Sonu yok mu bunun?”
“Var, Cemalettin...”
Bunun üzerine Atatürk birden bana doğru ilerleyerek:
“Cisimler Kemalettin olur, fakat Cemalettin olmaz...
Sen yine Cemal kal…”
“DİNİN CEMAL İ MİYDİN? ki sana bu ismi koydular?”
Atatürk, bu Cemal adına tutulmuş olacak ki yeniden seslendi:
“Bu Cemalettin ismini kim koydu sana?”
“Babam” diye karşılık verdim...
“Baban ne adammış senin!” diye sertçe çıkıştı…
Bunun üzerine:
“Ben babamı tanımıyorum” deyince yüzü daha da sertleşti:
“Babamı tanımıyorum ne demek?
Sen babasız mı doğdun?
Baban yok mu senin? “
“Ben dokuz aylıkken babam ölmüş...”
Atatürk üzüldüğümü yüzümden okumuş olacak ki, birden sesini yumuşattı,
“anneni tanıyorsun ya yeter” dedi…
Ve biraz durduktan sonra ekledi : “BEN DE BABAMI TANIMIYORUM
YA” dedi…
9-Cumhuriyet'in ilanından sonra din ve devlet işlerini
birbirinden ayırınca rahat bir nefes almıştı…
Laikliği çevresindekilere aşılamağı başarmıştı…
Beni m, yanında bulunduğum süre içinde hiç namaz kılmadı…
Oruç da tutmadı…
Ramazanlarda içki içer, fakat Kadir Gecesi ağzına katresini
koymazdı...
Kadir geceleri sofra bile kurdurmazdı…
Saygısı büyüktü…
Bazen mevlit dinlediği de olurdu...
Sofrada Hafız Yaşar Beyin
Mevlidini saygıyla dinlerdi…
Mevlidin Miraç bölümünde
“Göklere çıktı Mustafa!” denince
gözleri yaşarırdı...
10-Beylerbeyi sarayının havuzuna kadınlar girerken Atatürk,
“bembeyaz vücutlu kadınlar kıyafetle havuza girmesinler, çıkartın
üstünüzdekileri” diye seslendi ve kadınlar çırılçıplak havuza girdiler…
Atatürk kadınları çırılçıplak havuza sokmaktan zevk alırdı…
(PDF formatında okuduğum kitapta 10. maddedeki ifadelere
rastlamadım, muhtemelen kitaptan çıkartılmış)