30 Eylül, 2024

ZEYTİN DAĞI


KİTAP İNCELEMESİ

***

KİTAP ADI: ZEYTİN DAĞI

KİTAP YAZARI: FALİH RIFKI ATAY

***

Falih Rıfkı Atay, 1894 yılında İstanbul’da dünyaya geldi… 

Atatürk'e yakınlığı nedeniyle çok önemli olaylara tanıklık etmiş ve cumhuriyet tarihi ile özdeşleşmiştir…  

İstanbul Darülfünun Edebiyat Fakültesi mezunudur... 

Kariyerine İttihat ve Terakki'nin bir gazetesi olan Tanin'de gazeteci olarak başladı…

 I. Dünya Savaşı başladığında Falih Rıfkı Atay yedek subay olarak orduya alındı ve Cemal Paşa'nın Filistin’deki 4. Ordusuna tayin edildi…

Ve Cemal Paşa'nın Yaverliğini yaptı…

Aynı zamanda yazar Cevat Rıfat Atilhan’da Cemal Paşanın yaveriydi…

Bu arada 7. Ordu komutanı Mustafa Kemal Paşa, 8. Ordu komutanı Cevat Paşaydı…

Falih Rıfkı Atay'ın kitaplarını basan yayınevi Atay'ın bazı sözlerini "sadeleştirme" amacıyla değiştirmesi, bazı sözlerini ise kitaplardan çıkarması yazarlar ve okurlar tarafından eleştirildi…

Sadeleştirme maksadıyla kitaptan “ İzmir’i niye yaktık?”, “Gerçekte Kurtuluş Savaşı diye bir şey olmadı, Cumhuriyet kamuflajı içinde Ankara’da kurulan paralel hükümet Osmanlı’yı yıkmak içindi!

İçlerinde hiç Türk yoktu, tamamen Mason Locaları’nın desteklediği Selanik veya Macar Yahudi siydi.” İfadeleri çıkartıldığı iddia edilmektedir…

Cevat Rifat Atilhan'ın 1935'te yayımlanıp Genelkurmay Başkanlığınca tavsiye edilen "Suzi Liberman" kitabı 1936'da Atatürk tarafından yasaklanmıştır…

Cevat Rifat Atilhan, 5 Mart 1971'de yazdığı yazıda Deniz Gezmiş ve arkadaşları için şöyle dedi:

“Bu defa da banka soyguncusu hayduttan bir kahraman çıkardık…

Kanlı eşkıyaların el üstünde tutulduğunu da görecekmişiz!”

***

Zeytindağı, Kudüs'ün doğusunda yer alan bir tepedir...

Musevi metinlerinde müjdelenen, Yahudi milletinin kurtarıcısı Mesih'in kıyamet günü Zeytindağı üzerinden Kudüs'e geleceği aktarılır...

Bu nedenle dağın yamaçları 150.000'i bulan Musevi mezarları ile doludur…

***

Cumhuriyet'in ve "Atatürk'ün kalemşoru" namıyla da anılan Falih Rıfkı'nın Birinci Dünya Savaşı'nda Suriye, Lübnan, Filistin ve Sina'da çarpışan 4. Ordu'nun ve İttihat ve Terakki Partisi'nin üç yöneticisinden biri olan Cemal Paşa'nın emrinde görev yaptığı sırada yaşadıklarını anlattığı bir kitaptır Zeytindağı...

Falih Rıfkı Atay bu kitabında özellikle; dini, imanı para olan Arap eşkıyalar için “Arap” ismini kullanarak, “Araplar bizi arkadan vurdu!” genellemesi yapması ve Cevat Rıfat Atilhan’ın ifade ettiği, “İngilizlere casusluk yapan ve Filistin savaşını kaybetmemize neden olan Yahudi şebekesinden…” nedense hiç söz etmemiştir…

Veya söz etti de sansüre mi uğradı!

Şimdi soruyoruz, kitabın son kısmında aşağıdaki ifadeler niye kaleme alınmıştır?

“Bir gün binlerce ufkun biri birkaç sivri nokta üzerinde bükülür, işte bir avuç askerin iki seneden beri Muhammet için dövüştükleri yer burasıdır...

Yazın Medine'de dizler bir odayı bile dolaşmaya tahammül edemez...

Şehirliler bütün günlerini kalın duvarlar içinde ve dolup boşalan su kaplarının yanında geçirirler... Medine kum ufukları, rengârenk taş dağlar, Mekke'ye giden çöller, Cidde'ye, Necid'e, Şam mamurelerine giden bitmez tükenmez çöller arasında taş evlerden ibaret bir yerdir...

Kalbini dökmek için dili olmayan saf ve bütün kahramanlar gibi sessiz Anadolu, kanını dökerek Peygamber aşkını anlatıyor...”

Bizim yorumumuz:

Evet, biz bu Peygamberin (Hz. Muhammet) ümmetiyiz…

Sen her ne kadar:

“Cehennemim var diye, kurum (büyüklenme) etme ey Tanrı;  bağrımdaki ateşle, seni bile yakarım...”

“İslamiyet denilince aklıma çorap kokusu gelir…” desende Allah nurunu tamamlayacaktır…

Sen ve senin gibi batı hayranı aydınlar bunu anlamak istemezsiniz; ama Türk- İslam Mefkûresi (ülküsü)  mazlum insanlara el uzatmayı gerektirir...

Bu mazlum insanların; Yahudi, Hıristiyan, Müslüman, Ateist, Budist olması fark etmez!

28 Eylül, 2024

BİR ACI HİKÂYE


 

KİTAP İNCELEMESİ

***

KİTAP ADI: BİR ACI HİKÂYE

KİTAP YAZARI: HALİD ZİYA UŞAKLIGİL

***

Halid Ziya Uşaklıgil, Cumhuriyet dönemi Türk romancı ve yazarıdır...

İlk büyük Türk romanı olarak kabul görmüş Aşk-ı Memnû’nun yazarıdır… 

1868 yılında İstanbul’da doğmuştur…

Bu kitabın konusu olan Vedad Uşaklıgil dahil altı çocuk sahibidir…

27 Mart 1945’de Yeşilköy, İstanbul’da ölmüş Bakırköy Zuhuratbaba Mezarlığına defnedilmiştir…

***

Halit Ziya, Ermeni Katolik rahiplerinin açtığı özel Mechitariste Okulu’na kaydedildi…

1883’te Mechitariste Okulu’ndan mezun oldu…

Kitap ve gazete işleriyle meşgul olan yazar, 1908’de İttihat ve Terakkî Cemiyeti’ne girdi...

***

Mustafa Kemal’in ilk ve tek evlendiği eşi Latife Uşşakî ya da Latife Hanım, Hâlid Ziyâ Uşaklıgil'in kuzeni, dolaysıyla Vedad Uşaklıgil’de uzaktan yeğeni olur…

***

Bir acı hikâye:

Halid Ziya Uşaklıgil bu eseri 33 yaşında intihar eden oğlu Vedad Uşaklıgil'in ölümü üzerine kaleme almıştır…

Bu kitapla ilgili Yıldıray Oğür’ün 27 Haziran 2010 tarihinde yazdığı yazı birçok şeyi açıkladığından, kitapla ilgili açıklama kısmına girmeyeceğim…

Aşk-ı Memnu dizisiyle Halit Ziya Uşaklıgil’in kitapları yeniden keşfedildi...

Raflarda görünür yerlere çıkan kitaplardan en ünlüleri marketlerde bile bulunabiliyor artık… Biri hariç: Bir Acı Hikâye…

Selim İleri Kırık Deniz Kabukları’nı yazmasa ilk baskısı 1942 yılında yayımlanmış, sonra yapılan baskıları da tükenmiş kitabı da, kitaptaki acı hikâyenin sahibi Halit Ziya’nın oğlu Vedat’ı da kimse hatırlamayacaktı...

Hâlbuki cesur bir yapımcının elinde, 33 yaşında başkâtip olarak bulunduğu Tiran’da intihar eden Vedat’ın hikâyesi, en az Aşk-ı Memnu kadar etkileyici bir televizyon dizisi hatta bir sinema filmine dönüşebilirdi…

Bu iş cesaret istiyor çünkü Vedat’ın hikâyesinin içinden Atatürk, Latife Hanım ve erken Cumhuriyet döneminin tüm Ankara ayak oyunları geçiyor...

Erken Cumhuriyet döneminin Ankara’sında bir yıldız genç olarak dolaşmış Vedat’ın gerçek hikâyesinin önündeki en büyük tabu ise Rıza Nur’un elden ele dolaşan öfkeli hatıralarındaki iddialar…

Ve tabii ki eşcinsellik meselesiyle ilgili her türlü tabu ve cızz şey…

Eşcinsellik meselesi... Çünkü Vedat, Halit Ziya bunu kitapta bir baba şefkatiyle saklasa da bir eşcinsel...

1904 yılında doğan Vedat, daha önce hastalıklar yüzünden Sadun ve Güzin adlı iki çocuklarını toprağa vermiş Halit Ziya ve eşi için yeni bir yaşam kaynağı olur...

Ülkenin en Batılı ve zengin ailelerinden Uşaklızade ailesi içinde doğan Vedat, hangi dili öğrenmesi isteniyorsa o milletten bir dadıya sahip olacak kadar iyi bir eğitim alır...

Almanca, Fransızca ve İngilizce öğrenen Vedat’ın esas tutkusu müziğe ve piyanoyadır... İttihat Terakki’nin Berlin’e gönderdiği ve daha sonra Berlin’e kaçan Talat Paşa’nın emriyle İsviçre’ye geçen babasıyla tüm Avrupa’yı dolaşır…

Gitmedikleri tiyatro, opera, görmedikleri şehir müze kalmaz...

Halit Ziya ülkeye geri döner...

Ama Vedat yurtdışında çeşitli okullarda eğitimine devam eder...

Ta ki onu kahreden bir aşka tutuluncaya kadar...

Halit Ziya kitabında o aşkın izlerinin saklandığı çekmeceyi hiç açmadığını söyleyecektir... İstanbul’da Osmanlı Bankası’nda çalışmaya başlayan Vedat, birkaç arkadaşıyla bir trio kurup konserler vermeye başlar...

Trio’yu duyan Türk Ocakları Başkanı Hamdullah Suphi, onları konser için Ankara’ya çağırır... Vedat’ın Ankara’da kalacağı adres bellidir: Büyük amcasının kendisinden beş yaş büyük kızı Latife’nin yeni evi Çankaya Köşkü...

Yetişmesinde amcası Halit Ziya’nın büyük katkıları olan Latife ile Vedat arasında sebebi belirsiz bir soğukluk vardır...

O akşam Çankaya’da, Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın bulunduğu yemekte gecenin yıldızı Vedat olacaktır...

Atatürk’ün önce piyano çaldırdığı sonra da İngilizce, Fransızca, Almanca gazeteler getirtip çeviri yaptırdığı Vedat sınavı geçmiştir...

“Ne işin var bankada, sen Hariciye’ye gel” diyen Atatürk’ün teklifi onun da hoşuna gider… Daha sonra Halit Ziya’nın katıldığı bir Çankaya gecesinde Atatürk yaverine Vedat için İstanbul’a telgraf çekmesini emreder...

Yaverin hemen arkasından odadan Latife Hanım da çıkar...

Latife Hanım bir ara Halit Ziya’yı yanına çağırıp “Bazen içince böyle şeyler emreder, sonra sabah unutur...

Ben telgrafı çektirmedim” der...

Bunu öğrenen Vedat, kuzeni Latife’ye çok kızar ve kararını verir...

Ankara’ya gidecektir...

Halit Ziya, Bir Acı Hikâye’de Latife Hanım’ın boşanmasına kadar olan bitenden hiç bahsetmez...

Latife Hanım, boşanma kararının alındığı gün ailesiyle İzmir’e dönerken Çankaya Köşkü’nün müştemilatında kalan Vedat’a telefon açıp,

“Biz gidiyoruz…

Sen de benim misafirimsin...

Kendine başka bir yer bul ya da İstanbul’a dön” der...

Vedat “Babama sormadan karar veremem” diye karşı çıkar...

Mektup yazdığı Halit Ziya’nın cevabı aile içinde bir kırılma yaratacaktır:

 “Sen onun değil Atatürk’ün misafirisin...

Boşanmanın ardından Atatürk Vedat’ı üçüncü kâtip olarak Londra Sefareti’ne gönderir...

Bu arada Vedat’ın küçük kardeşi Bülent de çalıştığı Osmanlı Bankası tarafından Londra’ya gönderilir...

İki kardeş Londra’nın lüks semtlerinden birin de ev tutar…

Sonra askerlik ve askerlik dönüşü abisinin izinden Hariciye’ye giren Bülent’le Ankara Yenişehir’de tutulan evle başlayan çalkantılı Ankara hayatı...

Bir Acı Hikâye’de Halit Ziya’nın tam sebebini çözemediği ya da tam olarak anlatmadığı bir dram yaşamaya başlar yeni Ankara’nın bu yıldız genci...

Halit Ziya olan biteni Atatürk’ün ona olan teveccühünün yarattığı kıskançlıkla açıklar...

En çok suçladığı kişi ise ‘Vekil’ diye bahsettiği Atatürk’ün ölümüne kadar Dışişleri Bakanı olarak kalan Tevfik Rüştü Aras’tır...

Ankara’dan kurtulmak isteyen Vedat, birkaç kez tayin vaadiyle kandırılır...

Sonra Prag’a tayin edilir...

Ama onunla uğraşan el yine devreye girer ve dört ay sonra yeniden Ankara’ya çağrılır... Psikolojik olarak çöken Vedat, Ankara’ya dönmez babasının Yeşilköy’deki evine çekilir... Hukuk eğitimini bitirir...

Sonra yeniden Hariciye’ye döner...

Ama yaşadığı dram bitmeyecektir...

Ankara’dan kurtulmak için önce Brüksel’e giden Vedat, 1937’de kendi isteğiyle bir arkadaşının tayinin çıktığı Tiran’a geçer...

Bir yemek daveti için hazırlık yapılan gece Ankara’dan yine kötü haber gelir...

Vedat yeniden Ankara’ya çağrılmaktadır...

İzin isteyip sokağa çıkar...

İlk gördüğü eczaneye girer...

Sefarete döndüğünde verilecek davetin çiçeklerini kontrol eder sonra “Yorgunum, beni rahatsız etmeyin” diyerek odasına çekilir...

Sabah kalkmayınca kapısı kırılarak girilen odasında hemen yanı başında dört adet boş luminal tüpü ve âşık olduğu annesinin kızlık resmine iliştirilmiş notlar bulunur...

Bir not annesine yazılmıştır:

“Anacağım acıma, sevin, korkmuyorum ve rahat konuşuyorum...

Seni ve babamı çabuk beklerim...

Daha sonra... ne rahat.” Daha zor okunan, muhtemelen ölümüne yakın son bir gayretle yazdığı diğer not ise onun 33 yıllık belirsiz dramının özeti gibidir:

“Uykudan başka bir şeyler hissetmiyorum...

Ne rahat...

Hayatta çok bedbaht idim...  

Bu bir tesviye çaresi idi...

Ölüm ne kolay…

Uykum çok...

Bütün sevdiklerim Allaha emanet...”

Türk Edebiyatı’nın ilk olgun roman örneklerini veren Halit Ziya Uşaklıgil’in hiç bilmediğimiz, duymadığımız acılarıyla tanışmak herkesi derinden üzecek ve şaşırtacak...

Vesselam...



25 Eylül, 2024

ATATÜRK’ÜN UŞAĞI İDİM


 

KİTAP İNCELEMESİ

***

KİTAP ADI: ATATÜRK’ÜN UŞAĞI İDİM

KİTAP YAZARI: CEMAL GRANDA

***

Cemal Granda 1910 yılında Manisa’nın Salihli ilçesinde dünyaya geldi…

1925 yılında gemilerde yolcu ve mürettebatın hizmetinde kamarot olarak görev yapmaya başladı…

Daha sonra kamarotluktan ayrılarak, imkânları daha iyi olduğu için garsonluk yapmaya karar verdi…

Garsonluk vazifesi, onun Atatürk’ün hizmetine girmesine neden oldu…

“Çelebi” diye adlandırdığı Granda, Atatürk'ün 12 sene boyunca yakın hizmetkârlığını yapmıştır…

Atatürk’ün sofrasında konuşulan tarih, politika, kültür, sanat konularına şahit oldu…

Atatürk’e hizmet ettiği dönemle ilgili hatıralarını 1947’de yazmaya başladı...

***

Kitapta Atatürk’ün özel hayatı anlatılmaktadır…

Bir başkasının ağzından anlatıldığı için eksiği-fazlasını bilememekteyiz…

Ancak anlatılanlar çok yakın gözleme dayandığından, doğru kabul etmek durumundayız…

***

Kitaptan aklımıza kalanlar:

1-“Dünyada ne kadar Kemal varsa eşektir”…

Atatürk bu sözü söyledikten sonra kendisine bakanlara, “Sende Kemal’sin demek istiyorsunuz değil mi?

Ben artık KAMAL oldum, Kemaller başının çaresine baksın!” dedi…

2-Foks aslında hırçın bir köpekti…

Bir gün Atatürk’ün eli sarılıydı, “foks ısırdı” dediler…

Bunun üzerine köpek köşkten uzaklaştırılarak öldürüldü…

3- Kitapta İçki ve alkol kısımlarına çok fazla vurgu yapılmıştır…

4- Şapka devriminden sonra Şapkayla beraber kafa ölçüleri de ortaya çıkmıştı…

1930 yılında Ankara'dayız...

O zamanın Milli Eğitim Bakanı olan Dr. Reşit Galip elindeki bir makineyle herkesin kafatasını ölçüyor…

Hizmetkârların konuşmalarına göre 77-79 gelen kafalar hayvan, 81'den ileri olanlar da insan kafalıdır…

Atatürk'ün başı ölçüldü ve 81 geldi…

Atatürk, Reşit Galip'e, “Çelebi'nin kini ölç” dedi…

Başım ölçüldü ve 81 çıktı...

Sevinmeğe başlamıştım…

Öyle ya, Atatürk'le aynı kafa ölçüsü taşıyordum, fakat sevincim uzun sürmedi…

Atatürk, “olmaz! O hayvan kafalıdır...

Bir yanlışlık olmasın” dedi…

"Baksana Çelebi'nin kafasına…

O melun kafanın benimkiyle ilgisi var mı?" dedi…

5- Atatürk, konuklara dönerek:

"Gördünüz ya, Türk askeri böyle vurur" dedikten sonra, arka cebindeki toplu tabancasını çekerek tavandaki avizenin ampullerini başladı teker teker vurmağa…

Eski köşk ahşap olduğundan atılan kurşunlardan tavan delik deşik oldu…

Bu kadarla kalsa iyi…

Yukarıdaki yatak odasının gardırobunda ne kadar gömlek, don, fanila varsa hepsi delik deşik olmuştu...

Bereket yatak odasında o anda kimse yoktu...

6-Arkadaşlarım sürekli bana şakadan takılırlardı…

Bir gün, “biz Selanikliler olmasaydı siz kurtulamazdınız” diye bana takıldılar…

Ben de cevap olarak, “ Biz kendi kendimizi kurtardık…

Selaniklilere ihtiyacımız yok…

Hem Selanik'ten çıksa çıksa Yahudi çıkar” dedim…

O sırada merdivenleri yavaş yavaş inen Atatürk'ü görmemiştik…

Konuşmalarımıza istemeyerek kulak misafiri olmuş ki, o akşam sofrada bir Selanikli olan Nuri Conker'e

damdan düşer gibi sordu…

“Nuri Bey, Selanik'ten ne çıkar?”

O anda beynimin karıncalandığını duyar gibi oldum...

Demek korktuğum başıma gelmiş, Atatürk antrede konuştuklarımızın hepsini duymuştu...

Nuri Conker, sanki bütün konuştuklarımızı biliyormuş da, beni korumak kararını vermişçesine,

“Bol Yahudi çıkar Paşam” demesin mi?

“Benim için de bazı kimseler Selanik'te doğduğumdan Yahudi olduğumu söylemek istiyorlar...

Şunu unutmamak lazımdır ki, Napolyon da Korsikalı bir İtalyan’dı…

Ama Fransız olarak öldü ve tarihe Fransız olarak geçti” dedi…

7- “Bir zamanlar ben de Mason olmuştum...

Bir gün bir arkadaşım beni alıp, Beyoğlu'ndaki Mason Cemiyetine götürdü…

Daha ne olduğumu bile anlayamadan kendimi cemiyetin içinde buldum…

Mermer merdivenlerden büyük bir salona indik…

Orada yüzlerini görmediğim birtakım kişiler vardı...

Bizi buyur edip, oturttular, kahveler sundular, hal hatır sordular...

Orada fazla kalmadık, tekrar merdivenlerden daha da aşağıya indik…

Bir öncekinden daha geniş bir salonda bulduk kendimizi…

Salonda büyük bir kalabalık toplanmış, kılıçlı bir tören yapılıyordu…

Bu işleri daha önceden bildiğini anladığım arkadaşım beni kolumdan tutmuş, durmadan ne yapmam gerektiğini anlatıyordu…

Kılıçların arasından, geçip, kutsal bir kitaba el bastık…

Bütün bunlar olup bittikten sonra dışarı çıktık…

İçerde çok sıkılmıştım…

İşte benim Masonluğum bundan ibarettir” dedi…

Atatürk gene bir toplantıda Mim Kemal'e dönerek:

“ Kemal Bey, şimdi sıra sizin, bize Masonluğu anlatacaksınız…

Önce söyleyiniz, Masonluğun prensipleri nelerdir?” diye sordu…

Mim Kemal, dilinin döndüğü kadar Masonluğu anlatmağa, bu arada övmeğe çalıştı…

Masonluk milliyetçi, halkçı, cumhuriyetçi gibi sözler söyleyince, toplantıda bulunanlardan biri,

“Mademki Masonluk böyle, bizim Halk Partisi’nin prensipleri de bunlardan başka bir şey değildir…

O halde Masonluğun hikmeti vücudu kalmaz” dedi…

Atatürk tekrar Mim Kemal 'den buna karşı ne diyeceğini sordu.

O da, “Halk Partisinin prensipleri memleket sınırları içinde geçerlidir…

Masonluk, bu idealin memleket sınırları dışına yayılmasına aracı olan rasyonel bir kuruluştur...

Diktatörlüğün egemen olduğu ülkelerde Mason locaları yıkılır, Masonlar yok edilirken, Türk milli Masonları huzur ve güvenlik içinde yaşamaktadır…

Dünyanın en mutlu Masonları Türkiye'de barınmaktadır...

Yabancı Masonlar, yerli Masonları kıskanarak uzaktan bakmaktadırlar…”

Masonluğu böylesine hararetle öven Mim Kemal 'i dikkatle dinleyen Atatürk, onun sözü daha fazla uzatmasını önlemek için,

“Peki anlaşıldı...

Reisiniz kim?” diye sorar…

Mim Kemal, hiç kimsenin ummadığı, söylemeğe cesaret edemediği şu sözleri söyledi,

“Memlekette barış ve huzur isteyen ve bütün Dünyaya seslenerek bu idealin gerçekleştirilmesine çalışan Zatı Devletleridir” der…

Atatürk'ün bir anda kaşları çatılır ve sesinin tonu değişir,

“Ben Mason Cemiyetine girmem…

Başkalarının yaptığı prensiplere değil, ancak kendi prensiplerime uyarım” der…

8-Arkamda duran Atatürk:

 “Efendi, efendi”  diye bana seslendi…

Döndüm…

“Buyurun efendim, bir emriniz mi var Paşam?” Diye karşılık verdim…

Cumhuriyet rejiminin kurulmasına beylik, paşalık kalktığı halde Atatürk için kalkmadı…

Bu, ölünceye dek sürdü…

O akşam ilk kez konuştuğum Atatürk'le, aramızda şunlar geçti:

“Senin ismin nedir?”

 “Cemal…”

“ Sonu yok mu bunun?”

“Var, Cemalettin...”

Bunun üzerine Atatürk birden bana doğru ilerleyerek:

“Cisimler Kemalettin olur, fakat Cemalettin olmaz...

Sen yine Cemal kal…”

“DİNİN CEMAL İ MİYDİN? ki sana bu ismi koydular?”

Atatürk, bu Cemal adına tutulmuş olacak ki yeniden seslendi:

“Bu Cemalettin ismini kim koydu sana?”

“Babam” diye karşılık verdim...

“Baban ne adammış senin!” diye sertçe çıkıştı…

Bunun üzerine:

“Ben babamı tanımıyorum”  deyince yüzü daha da sertleşti:

“Babamı tanımıyorum ne demek?

Sen babasız mı doğdun?

Baban yok mu senin? “

“Ben dokuz aylıkken babam ölmüş...”

Atatürk üzüldüğümü yüzümden okumuş olacak ki, birden sesini yumuşattı, “anneni tanıyorsun ya yeter” dedi…

Ve biraz durduktan sonra ekledi : “BEN DE BABAMI TANIMIYORUM YA” dedi…

9-Cumhuriyet'in ilanından sonra din ve devlet işlerini birbirinden ayırınca rahat bir nefes almıştı…

Laikliği çevresindekilere aşılamağı başarmıştı…

Beni m, yanında bulunduğum süre içinde hiç namaz kılmadı…

Oruç da tutmadı…

Ramazanlarda içki içer, fakat Kadir Gecesi ağzına katresini koymazdı...

Kadir geceleri sofra bile kurdurmazdı…

Saygısı büyüktü…

Bazen mevlit dinlediği de olurdu...

 Sofrada Hafız Yaşar Beyin Mevlidini saygıyla dinlerdi…

Mevlidin Miraç bölümünde  “Göklere çıktı Mustafa!”  denince gözleri yaşarırdı...

10-Beylerbeyi sarayının havuzuna kadınlar girerken Atatürk, “bembeyaz vücutlu kadınlar kıyafetle havuza girmesinler, çıkartın üstünüzdekileri” diye seslendi ve kadınlar çırılçıplak havuza girdiler…

Atatürk kadınları çırılçıplak havuza sokmaktan zevk alırdı…

(PDF formatında okuduğum kitapta 10. maddedeki ifadelere rastlamadım, muhtemelen kitaptan çıkartılmış)