KİTAP İNCELEMESİ
***
KİTAP ADI: GÜN OLUR ASRA BEDEL
KİTAP YAZARI: CENGİZ AYTMATOV
***
Yazar,1928 tarihinde Şeker/Kırgızistan’da doğdu, 10 Haziran 2008, Nürnberg/ Almanya’ da öldü…
Kırgızistan'ın başkenti Bişkek'te Ata-Beyit Anıt Mezarlığında yatmaktadır…
Babası Törekul Aytmatov, 137 Türk aydını Komünizm rejimine muhalefet ettikleri gerekçesiyle tutuklanmış, Bişkek yakınlarındaki bir tuğla ocağına götürülüp kurşuna dizilmiş ve bir çukura gömülmüşlerdir…
Bu olay “Ata-Beyt katliamı” olarak anılmaktadır…
Yazar her ne kadar, “Toprak Ana” adlı hikâyesinde babasından bahsederek ; “Baba sana mezar yapamadım, senin nerede gömülü olduğunu bile bilmiyorum…
Bu eserimi babam Törekul Aytmatov’a armağan ediyorum…” demişse de “gün olur asra bedel” kitabında kendini mankurt’a benzeterek komünist sistemi ve ailesini kaleme almıştır…
Kırsalda bir tren istasyonunda başlayan hikâye, uzaya fırlatılan füze ile devam etmekte ve Ana-Beyt (Ata Beyt)’ de son bulmaktadır…
Bu döngü mankurt’un başına geçirilen deve derisine benzetilmektedir…
***
Ana-Beyit mezarlığının bir efsanesi, Juan-Juanlar’ın bozkırı işgal ettikleri çağlara dayanan bir hikâyesi vardı:
Bölgeyi işgal eden Juan-Juanlar tutsaklara korkunç işkenceler yaparlarmış…
Bazen de onları komşu ülkelere köle olarak satarlarmış…
Ama asıl işkenceyi, genç ve güçlü oldukları için satmadıkları esirlere yaparlarmış…
İnsanın hafızasını yitirmesine, deli olmasına yol açan bir işkence usulleri varmış…
Önce esirin başını kazır, saçları tek tek kökünden çıkarırlarmış...
Bunu yaparken usta bir kasap oracıkta bir deveyi yatırıp keser, derisini yüzermiş…
Sonra bu deriyi parçalara ayırır, taze taze, esirin kan içinde olan kazınmış başına sımsıkı sararlarmış…
Böylece sarılan deriye "Deri geçirme işkencesi" derlermiş…
Böyle bir işkenceye maruz kalan tutsak ya acılar içinde kıvranarak ölür, ya da hafızasını tamamen yitiren, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan bir mankurt yani geçmişini bilmeyen bir köle olurmuş…
Bundan sonra, deri geçirilen tutsağın boynuna, başını yere sürtmesin diye, bir kütük ya da tahta kalıp bağlar ve yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye uzak, ıssız bir yere götürürler, elleri ayakları bağlı, aç, susuz, yakan güneşin altında öylece birkaç gün bırakırlarmış…
Kızgın güneşte ‘mankurt’ olmaları için bırakılan tutsakların çoğu ölür, beş-altı kişiden ancak bir ya da ikisi sağ kalırmış...
Onları öldüren açlık
ya da susuzluk değil, başlarına geçirilen soğumamış deve derisinin güneşte
kuruyup büzülmesi, başlarını mengene gibi sıkıp dayanılmaz acılar vermesiymiş…
Bir yandan deve derisi büzülüyor, bir yandan
da kazınan saçlar büyüyüp başına batıyormuş…
Kıllar üste doğru çıkamayınca
içeri doğru uzar ve diken gibi batarmış…
Bu dayanılmaz acılar sonunda tutsak, ya ölür ya
da aklını hafızasını yitirirmiş...
Juan-Juanlar
işkencenin beşinci günü hafızasını yitirmiş tutsağı alır, boynundaki kalıbı çıkarır,
ona yiyecek içecek verirlermiş…
Köle zamanla
kendine gelir, yiyerek içerek gücünü toplarmış…
Ama o bir mankurt
imiş artık ve böyle bir köle, pazarlarda güçlü-kuvvetli on tutsak değerinde
satılırmış…
Bir mankurt kim
olduğunu, hangi soydan, hangi kabileden geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu
bilmezmiş...
İnsan olduğunun
bile farkında değilmiş...
Bilinci olmadığı için,
efendisine büyük avantaj sağlarmış…
Ağzı var, dili yok,
itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı düşünmeyen, bu yüzden de hiç tehlike arz etmeyen bir köle olurmuş…
Göçebe
Juan-Juanlar, o kısa tarihlerinde, insanın bu gizli özüne kastetmek gibi en büyük
vahşet örneğini gösterdiler...
Tutsakların yaşayan
anılarını elinden almak usulünü bulmakla, insanlığa karşı en korkunç cinayeti
işlemiş oldular…
Juan-Juanlar’ın bir tutsağı mankurt yaptıkları duyulur,
öğrenilirse, artık onu en yakınları bile gerek zorla, gerek fidye vererek
kurtarmak istemezlermiş…
Çünkü bir mankurt, eski vücuduna saman doldurulmuş bir korkuluktan farksız olurmuş…
Nayman Ana, çobanlık eden bir mankurtun varlığını öğrenir…
Onun kendi oğlu olup
olmadığını öğrenmeden asla rahat edemeyeceğini anlar…
Oğlu Juan-Juan’lar tarafından kaçırılan Nayman Ana oğlunu kurtarmaya karar verir…
Çocuğunu sağ olarak
görsün de nasıl görürse görsün...
“İster mankurt olsun, ister her şeyi, bütün geçmişi unutmuş olsun, yeter ki sağ olsun, yaşıyor olsun…” diye düşünüyormuş…
Sarı-Özek
bozkırında oğlunu arar ve bulur…
Hıçkıra hıçkıra
ağlayarak, “Oğlum! Oğul balam benim! Her yerde seni arıyorum…
Ben senin annenim!”
der…
Oğlu tüm yalvarma
ve yakarmalara kayıtsızdır…
Bir müddet sonra
sahibi uzaktan görünür…
Nayman Ana kaçar…
Sahibi ona “kimdi?”
diye sorar…
Oda “annem olduğunu
söylüyor” der…
Sahibi ,“senin
annen öldü, o kadın yalan söylüyor, gelince onu öldür” der ve gider…
Deve sırtında Nayman
Ana oğlunun yanına döndüğünde, gizlenen oğlu okla annesini vurur…
Nayman Ana yere yuvarlanır…
Ama kendisinden
evvel beyaz yazması düşer başından...
Ve bu beyaz yazma
bir kuş olup havalanır...
Ana’nın ağzından çıkan
son sözleri tekrar ede ede gökyüzüne uçar gider...
Adını hatırla!
Kim olduğunu hatırla!
Babanın adı
Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!
İşte o gün bugün,
Donenbay kuşu, Sarı-Özek bozkırında, geceleri uçar dururmuş…
Bir yolcuya rastlayınca onun yanına sokulur, "Adını biliyor musun? Kim olduğunu biliyor musun?
Babanın adı
Donenbay! Donenbay! Donenbay!" diye ötermiş...
Sarı-Özek’te Nayman
Ana’nın gömüldüğü yere Ana-Beyit (Ana’nın yattığı yer) diyorlar…
Mezarlığın adı
bundan geliyor...
***
Bu romanın en güzel ve en ilginç bölümü bu ciltle yer almamıştır…
Sovyetler Birliği'nin komünist rejimi, o bölümün yayınlanmasına izin vermemiştir…
"Cengiz Han 'a Küsen Bulut" adını taşıyan bu bölüm, daha sonra kitap haline getirilmiştir…
“Mankurt hikâyesini” Edebi Kültürümüze kazandıran yazara Allah’tan rahmet diliyoruz…