02 Nisan, 2024

GÜN OLUR ASRA BEDEL


 

KİTAP İNCELEMESİ

***

KİTAP ADI: GÜN OLUR ASRA BEDEL

KİTAP YAZARI:  CENGİZ AYTMATOV

***

Yazar,1928 tarihinde Şeker/Kırgızistan’da doğdu, 10 Haziran 2008, Nürnberg/ Almanya’ da öldü…

Kırgızistan'ın başkenti Bişkek'te Ata-Beyit Anıt Mezarlığında yatmaktadır…

Babası Törekul Aytmatov, 137 Türk aydını Komünizm rejimine muhalefet ettikleri gerekçesiyle tutuklanmış, Bişkek yakınlarındaki bir tuğla ocağına götürülüp kurşuna dizilmiş ve bir çukura gömülmüşlerdir… 

Bu olay “Ata-Beyt katliamı” olarak anılmaktadır…

Yazar her ne kadar,  “Toprak Ana” adlı hikâyesinde babasından bahsederek ; “Baba sana mezar yapamadım, senin nerede gömülü olduğunu bile bilmiyorum…

Bu eserimi babam Törekul Aytmatov’a armağan ediyorum…” demişse de “gün olur asra bedel” kitabında kendini mankurt’a benzeterek komünist sistemi ve ailesini kaleme almıştır…

Kırsalda bir tren istasyonunda başlayan hikâye, uzaya fırlatılan füze ile devam etmekte ve Ana-Beyt (Ata Beyt)’ de son bulmaktadır…

Bu döngü mankurt’un başına geçirilen deve derisine benzetilmektedir…

***

Ana-Beyit mezarlığının bir efsanesi, Juan-Juanlar’ın bozkırı işgal ettikleri çağlara dayanan bir hikâyesi vardı:

Bölgeyi işgal eden Juan-Juanlar tutsaklara korkunç işkenceler yaparlarmış…

Bazen de onları komşu ülkelere köle olarak satarlarmış…

Ama asıl işkenceyi, genç ve güçlü oldukları için satmadıkları esirlere yaparlarmış…

İnsanın hafızasını yitirmesine, deli olmasına yol açan bir işkence usulleri varmış…

Önce esirin başını kazır, saçları tek tek kökünden çıkarırlarmış...

Bunu yaparken usta bir kasap oracıkta bir deveyi yatırıp keser, derisini yüzermiş…

Sonra bu deriyi parçalara ayırır, taze taze, esirin kan içinde olan kazınmış başına sımsıkı sararlarmış… 

Böylece sarılan deriye "Deri geçirme işkencesi" derlermiş…

Böyle bir işkenceye maruz kalan tutsak ya acılar içinde kıvranarak ölür, ya da hafızasını tamamen yitiren, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan bir mankurt yani geçmişini bilmeyen bir köle olurmuş…

Bundan sonra, deri geçirilen tutsağın boynuna, başını yere sürtmesin diye, bir kütük ya da tahta kalıp bağlar ve yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye uzak, ıssız bir yere götürürler, elleri ayakları bağlı, aç, susuz, yakan güneşin altında öylece birkaç gün bırakırlarmış…

Kızgın güneşte ‘mankurt’ olmaları için bırakılan tutsakların çoğu ölür, beş-altı kişiden ancak bir ya da ikisi sağ kalırmış...

Onları öldüren açlık ya da susuzluk değil, başlarına geçirilen soğumamış deve derisinin güneşte kuruyup büzülmesi, başlarını mengene gibi sıkıp dayanılmaz acılar vermesiymiş…

Bir yandan deve derisi büzülüyor, bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp başına batıyormuş…

Kıllar üste doğru çıkamayınca içeri doğru uzar ve diken gibi batarmış…

Bu dayanılmaz acılar sonunda tutsak, ya ölür ya da aklını hafızasını yitirirmiş...

Juan-Juanlar işkencenin beşinci günü hafızasını yitirmiş tutsağı alır, boynundaki kalıbı çıkarır, ona yiyecek içecek verirlermiş…

Köle zamanla kendine gelir, yiyerek içerek gücünü toplarmış…

Ama o bir mankurt imiş artık ve böyle bir köle, pazarlarda güçlü-kuvvetli on tutsak değerinde satılırmış…

Bir mankurt kim olduğunu, hangi soydan, hangi kabileden geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmezmiş...

İnsan olduğunun bile farkında değilmiş...

Bilinci olmadığı için, efendisine büyük avantaj sağlarmış…

Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı düşünmeyen, bu yüzden de hiç tehlike arz etmeyen bir köle olurmuş…

Göçebe Juan-Juanlar, o kısa tarihlerinde, insanın bu gizli özüne kastetmek gibi en büyük vahşet örneğini gösterdiler...

Tutsakların yaşayan anılarını elinden almak usulünü bulmakla, insanlığa karşı en korkunç cinayeti işlemiş oldular…

Juan-Juanlar’ın bir tutsağı mankurt yaptıkları duyulur, öğrenilirse, artık onu en yakınları bile gerek zorla, gerek fidye vererek kurtarmak istemezlermiş…

Çünkü bir mankurt, eski vücuduna saman doldurulmuş bir korkuluktan farksız olurmuş…

Nayman Ana,  çobanlık eden bir mankurtun varlığını öğrenir…

Onun kendi oğlu olup olmadığını öğrenmeden asla rahat edemeyeceğini anlar…

Oğlu Juan-Juan’lar tarafından kaçırılan Nayman Ana oğlunu kurtarmaya karar verir…

Çocuğunu sağ olarak görsün de nasıl görürse görsün...

“İster mankurt olsun, ister her şeyi, bütün geçmişi unutmuş olsun, yeter ki sağ olsun, yaşıyor olsun…” diye düşünüyormuş…

Sarı-Özek bozkırında oğlunu arar ve bulur…

Hıçkıra hıçkıra ağlayarak, “Oğlum! Oğul balam benim! Her yerde seni arıyorum…

Ben senin annenim!” der…

Oğlu tüm yalvarma ve yakarmalara kayıtsızdır…

Bir müddet sonra sahibi uzaktan görünür…

Nayman Ana kaçar…

Sahibi ona “kimdi?” diye sorar…

Oda “annem olduğunu söylüyor” der…

Sahibi ,“senin annen öldü, o kadın yalan söylüyor, gelince onu öldür” der ve gider…

Deve sırtında Nayman Ana oğlunun yanına döndüğünde, gizlenen oğlu okla annesini vurur…

Nayman Ana yere yuvarlanır…

Ama kendisinden evvel beyaz yazması düşer başından...

Ve bu beyaz yazma bir kuş olup havalanır...

Ana’nın ağzından çıkan son sözleri tekrar ede ede gökyüzüne uçar gider...

Adını hatırla! Kim olduğunu hatırla!

Babanın adı Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!

İşte o gün bugün, Donenbay kuşu, Sarı-Özek bozkırında, geceleri uçar dururmuş…

Bir yolcuya rastlayınca onun yanına sokulur, "Adını biliyor musun? Kim olduğunu biliyor musun?

Babanın adı Donenbay! Donenbay! Donenbay!" diye ötermiş...

Sarı-Özek’te Nayman Ana’nın gömüldüğü yere Ana-Beyit (Ana’nın yattığı yer) diyorlar…

Mezarlığın adı bundan geliyor...

***

Bu romanın en güzel ve en ilginç bölümü bu ciltle yer almamıştır…

Sovyetler Birliği'nin komünist rejimi, o bölümün yayınlanmasına izin vermemiştir…

"Cengiz Han 'a Küsen Bulut" adını taşıyan bu bölüm, daha sonra kitap haline getirilmiştir…

“Mankurt hikâyesini” Edebi Kültürümüze kazandıran yazara Allah’tan rahmet diliyoruz…