27 Kasım, 2024

SUSKUNLUĞUN YÜKÜ

 


KİTAP İNCELEMESİ

***

KİTAP ADI: SUSKUNLUĞUN YÜKÜ

KİTAP YAZARI: CENGİZ ŞİŞMAN

***

Suskunluğun Yükü kitabı, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti'nde gizli bir Yahudi mezhebi olan dönmelerin inançlarını, toplumsal dönüşümlerini, kripto yaşamlarının getirdiği zorlukları ve modernleşme sürecindeki değişimlerini, dolaysıyla Sabetay Sevi hareketinden doğan dönmelerin kapsamlı tarihini ele alır...

***

Yazar, Sabetay Sevi'nin Müslümanlığa geçişini "kutsal bir hile" olarak yorumlar ve gizlice Yahudi inançlarını sürdürdüklerini açıklar...

 Ve bu gizliliği, "suskunluğun yükü" olarak adlandırır…

Kitap, Dönmelerin farklı mezheplerini ve bu mezheplerin zaman içindeki değişimini inceler...

Ayrıca, modernleşmenin dönmeler üzerindeki etkisini, Batı eğitiminin yaygınlaşmasıyla nasıl daha görünür hale geldiklerini ve Cumhuriyet döneminde milliyetçi ideolojiyle nasıl başa çıktıklarını anlatır…

Yazar, dönmelerin özellikle ticaret, finans ve siyasette Osmanlı toplumunda önemli roller oynadığını vurgular…

Kısacası kitap, Osmanlı arşivleri, soyağaçları ve sözlü tarih gibi çeşitli kaynaklara dayanarak dönmelerin gizemli tarihine ışık tutuyor...

***

Dönmeler, Sabetay Sevi'yi takip eden ve dışarıdan Müslüman görünen, ancak gizlice Yahudi inançlarını koruyan gruplardır…

Sabetay Sevi ise 17. Yüzyılda yaşamış ve kendisini Mesih ilan eden Yahudi bir liderdir…

Kutsal Hile, dönmelerin, Sabetay Sevi'nin Müslümanlığa geçişini, gerçekte Yahudiliği yaymak için kullandığı stratejik bir taktiktir…

***

Dönmeler, varlıklarını korumak ve Osmanlı toplumunda yaşamak için inançlarını gizli tutmak zorunda kaldılar...

Bu "suskunluğun yükü", dönme kimliğinin merkezinde yer aldı ve hem bireysel hem de toplumsal düzeyde derin etkiler yarattı...

Yazar, bu gizlilik dönmelerin sosyal yapısını, ritüellerini ve hatta düşünce biçimlerini nasıl şekillendirdiğini gösterir...

Dönmeler mahrem yaşam ve inançlarıyla ilgili zorunlu kalınmış bir suskunluk taşısalar da, varlıkları her zaman  bir sır olmuştur…

Yazar, Sabetay Sevi'nin ölümünün ardından dönme hareketi içinde ortaya çıkan üç ana mezhebi Yakubiler, Karakaşlar ve Kapancıları inceler...

Bu mezhepler, Sevi'nin öğretilerinin yorumlanmasındaki farklılıklar ve ritüellerindeki çeşitliliklerle birbirinden ayrılışlarını ve her mezhebin gelişimini 20. yüzyılda yaşadıkları dönüşümlerini araştırır ve

“Dolayısıyla, farklı dönme tarihleri gerektiği gibi tespit edilebilmelidir ki zamanla hangi mezhebin yok olduğunu ve hangi mezhebin de hayatta kaldığını görebilelim." yorumunu yapar…

19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşanan modernleşme süreci, dönmeler üzerinde de derin etkiler yarattı…

Batılı eğitim kurumlarının yaygınlaşması, dönmeler arasında yeni bir elit kesimin ortaya çıkmasına ve onların Osmanlı toplumunda daha görünür roller üstlenmelerine yol açtı...

Yazar, dönmelerin modernleşmeye verdikleri tepkiyi, içlerinde yaşanan tartışmaları ve asimilasyon süreçlerini analiz eder...

Selanik ve dönmelerin dünyaya açılmaları...

Mason olarak dönmeler, devrimci Jön Türk olarak dönmeler ve 1923'te Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması, dönmeler için yeni bir dönemi başlattı…

Milliyetçi ideolojinin yükselişi, dönmelerin kimlikleri ve aidiyetleri konusunda yeni sorgulamalara yol açtı…

Yazar, Cumhuriyet döneminde dönmelerin yaşadıkları asimilasyon baskısını, kimliklerini yeniden tanımlama çabalarını ve suskunluğun devam eden etkisini ele alır…

Ayrıca yazar, Dönmelerin Osmanlı toplumunda önemli roller oynadığına ve özellikle ticaret, finans ve siyaset alanlarında etkili olduklarına dikkat çeker ve dönmelerin gizliliği ve farklı mezheplere bölünmüş olmaları nedeniyle, onların tarihi hakkında kapsamlı bilgiye ulaşmakta zorlandığını dile getirir...

Yazar, Osmanlı arşivleri, dönme ailelerinin soyağaçları ve sözlü tarih gibi çeşitli kaynakları kullanarak bu boşluğu doldurmaya çalışır...

Ve dönmelerin modernleşme sürecine aktif katılımcılar olduğunu ve Batılı eğitim kurumlarını benimseyerek Osmanlı İmparatorluğu'nda reform hareketlerinde önemli roller oynadıklarını vurgular...

Kitapta,Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasının ardından dönmelerin milliyetçi ideolojiye uyum sağlamak ve Türk kimliğini benimsemek zorunda kaldıklarını, dolaysıyla gizlilik ve suskunluk kültürünün devam ettiğini  yazar dile getiriyor...

***

Kısaca diyebiliriz ki, “Suskunluğun Yükü” adlı eser, dönmelerin tarihini ve karmaşık kimliklerini anlamak için önemli bir kaynak niteliği taşıyor...

Yazarın, titiz araştırması ve kapsamlı analizi, bu gizli mezhebi çevreleyen gizem perdesini aralamaya ve onların Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti'ndeki yerlerini daha iyi anlamamıza yardımcı oluyor…

 

23 Kasım, 2024

Yavuz Sultan Selim Han’ın MANİFESTOSU


Yavuz Sultan Selim Han’ın MANİFESTOSU

***
Ben Sultan Selim Han!

Anadolu’nun ve Rum’un ve Acem’in ve Türkmen’in ve Kürt’ün ve Arap’ın ve Kıpti’nin ve Ermeni’nin ve Gürcü’nün ve Tatar’ın ve Çerkez’in ve dahi ismini saymaktan yorulacağım milletlerin sultanı…

Ümmet-i Muhammed’in Halifesi…

Mekke ve Medine’nin hizmetçisi...

Mağlup hasmım İsmail Şah’ın hitabıyla “Zamanın İskender’i”...

Bilirim, benim de bütün savaşçılar gibi ömrüm kısa olur…

Çok işler eylerim de sebep söylemeğe vaktim kalmaz...

Dedem Fatih Mehmet Han da az yaşadı, lakin kendisini anlatmaya yetecek kadar saltanat sürdü... Pederim Beyazıt ise, savaşçılığa meyletmeyip sarayda uzun bir ömür geçirdi…

Ne var ki, ardında izaha muhtaç bir icraat bile bırakmadı…

İMDİ!

Beni şedit, beni zalim ilan edecek olanlaradır sözüm, Rahmetli Pederimin ince ruhunu fırsat bilip birbirine düşenler…

Huzurda hiçbir ayıplanmaya uğramaksızın kavga edenler…

Meşk-ü muhabbet içinde yüzüp devleti asilere terk edenler…

Ahali fakir inlerken kendileri mal yığanlar…

Hazret-i Resul’ün cihat öğüdünü unutup zevk ü sefaya dalanlar…

Hac yolunu eşkıyaya teslim edip yağma-talana ortak olanlar…

Hutbelerinde Raşit halifelerin bir kısmına sövüp sayanlar…

Mekke ve Medine’nin izzetine kara çalanlar…

Ya kendi beylerim, paşalarım, vezirlerim…

Ya Safeviler, Dulkadırlılar, Memluklar…

Bilesiniz ki, adaletin kılıcının sizde hakkı vardı, ben yalnızca onu aldım!

Bana sövgü niyetiyle “Yavuz” dediniz; tarih Yavuz adına izzet giydirdi, haysiyet verdi, heybet biçti… Adım; kâfirlerin, korkakların, kaçakların, haydutların, sefillerin, sefihlerin değil müminlerin, yiğitlerin, bahadırların, mazlumların, abidlerin, âşıkların, şairlerin yanına yazıldı…

Mevla’ma nihayetsiz hamt ederim ki, Calut’la, Nemrut’la, Firavun’la, Cehil’le, Cengiz’le değil; Talut’la, İskender’le, Oğuz’la, Alparslan’la, Selahaddin’le, Fatih’le anılacağım…

Âdil kılıcını kuşandığım Halife Ömer Efendimiz ve Selahaddin Eyyubi gibi bana da Şam, Mısır ve Kudüs’ün fethi müyesser oldu...

Her ne ettim ise, devlet, millet, ümmet içindir gayretim...

Devlet başta olmazsa, kuzgun leşte olur…

O vakit ne ana kalır ne bacı, ne kızlar kalır ne kızanlar, ne kardeş kalır ne soydaşlar, ne yâr kalır ne yâranlar...

Tastamam millet gider; hepsinden evvel din gider, soy gider, ar gider, ırz gider!

İşte ben!

Fani olduğunu bir lahza hatırdan çıkarmayan Sultan Selim Han!

Bütün bunların muhafazası için muhterem pederimden geçtim…

Öz kardeşlerimi biçtim...

Yârin sıcak yatağını değil, seferin zahmetli yolunu seçtim...

Tahta geçtim, bir gün oturmadım!

Şan ummadım, bana bahşedildi…

Kan sevmedim, bana icbar edildi...

Sekiz sene dediğin nedir ki!

Çölde bir ikindi güneşi; gölgesi uzun, ömrü kısa!

Bir cihangir, yapmaktan konuşmağa fırsat bulamaz o daracık vakitte!

Ömrüm at sırtında, harp meydanında geçti ise…

Gürzüm mazluma kör, zalime kor oldu ise…

Kılıcım adalet uğruna bilenip kesti ise…

Milletim ve müstakbel evlatlarım asırlar boyu kansız, gamsız, düşmansız yaşasın diyedir...

Ben Anadolu’da, Rumeli’nde, Diyarbakır’da, Maraş’ta, Antep’te, Mısır’da, Şam’da, Halep’te ve dahi Hicaz’da ve dahi Kudüs’te yüzlerce yıllık refahı ve nizamı millet ve ümmet adına peşin aldım…

Bu uğurda nice bedel ödedim, nice bedel ödettim!

Gene de nefsimi temize çıkarmağa gayret etmem…

Zira benden sonra gelen her kimse yaşar, görür…

Ve tarih beni izah eder…

Vesselam…

***

Osmanlı Devleti’nin dokuzuncu hükümdarı olan Yavuz Sultan Selim, sekiz yıl gibi çok kısa süren saltanatını önemli sefer ve zaferlerle taçlandırmıştır…

İzlediği doğu siyaseti sayesinde Osmanlı Devleti’nin İslam dünyasında tek güçlü devlet konumunu kazanmasını sağlamıştır…

Yavuz Sultan Selim, kısa saltanat süresi içerisinde geniş bir sahada kazandığı zaferler ile edebiyat ve kültürün yayılıp gelişmesine önem vermiştir…

Seferlerden arta kalan zamanlarında tertip ettiği şiir ve musiki meclislerinde şair ve sanatkârları buluşturup onlarla sohbet etmekle vakit geçirmiş ve bu vesileyle etrafında teşekkül eden edebî muhiti canlı tutmaya gayret etmiştir…

Yavuz Sultan Selim, Trabzon’daki şehzadeliği zamanından başlayarak etrafına pek çok şair toplamış; kendisine kaside ve eser sunan şairleri de ihsanlarıyla teşvik ve memnun ederek devrinde şiir ve edebiyatın inkişafına katkıda bulunmuştur…

O, aynı zamanda Klasik Türk şiirinin Kanuni Sultan Süleyman devrindeki zengin açılımına oldukça elverişli bir zemin hazırlamıştır...

Daha ziyade Farsça şiir yazmayı tercih eden Sultan Selim, Farsça şiirleri bir divanda toplanmıştır…

Sultan Selim, Klasik Türk şiirinde Farsça bir divan tertip edip Türkçe divanı olmayan tek şairdir…

Ali Nihat Tarlan, “Selimi” mahlaslı ile Sultan Selim’in toplam 305 Farsça şiirini tercüme etmiştir…

Yavuz Sultan Selim devrinde onun himayesi altına girerek takdir ve iltifatını kazanmış pek çok şair vardır…

***

Prof. Dr.Ahmet Şimşirgil, şiirsel olarak “Eyvah, ne yazık ki Sultan Selim vefat etti…

Ona hem KILIÇ, hem de KALEM ağlasın” diye yazarak tarihe not düştü…

*** 

Ruhu ŞAD, mekânı ALİ olsun…

09 Kasım, 2024

TAVŞAN TEPE


 

KİTAP ADI: TAVŞAN TEPE
KİTAP YAZARI: ROBERT LAWSON
***
PDF formatında kitabı bulduk ve okuduk…
Önceki baskılarında olduğu iddia edilen kısımlar bu kitaptan da çıkartılmıştı…
***
Yahudi ritüelleri barındırdığı iddia edilen kitap yazarının, Yahudi olup-olmadığına dair bir bilgiye rastlamadık…
1892 yılında New York’ta doğan Robert Lawson, 1957 yılında ABD’nin Westport kasabasında öldü…
Orijinal adı “Rabbit Hill” olan ve 1945 yılında Robert Lawson’un kaleme aldığı ve resimlediği çocuk kitabı “Tavşan Tepe”, 1954’te Amerikan Çocuk Edebitatı’nda “Mükemmellik Ödülü” aldı…
Orijinal haliyle bu kitap, yüzeysel bir hikâyenin ötesinde, derin mitolojik ve sembolik anlamlar taşımaktadır…
Eserde, tavşanlar çocukları ifade etmektedir…
Tavşanlar ahıra kitlenmiş ve kurtuluş mücadelesi vermektedirler...
Bu tavşanların kaderlerini belirleyecek bir gemide su kenarına yanaşmıştır…
Gemiye ulaşarak kurtuluşa erebilmek için fedakârlık gereklidir…
Bu yüzden kitabın asıl ifade ettiği anlam “fedakâr tepe” dir…
“Tavşanlar” bu kitapta, Yahudi mitolojisinde 19’u temsil eder…
Yahudi mitolojisinde 19 sayısı “Tanrıyı yatıştırmak” anlamına gelir…
Yahudi, Ermeni ve Aleviler kutsal kabul ettiğinden tavşan eti yemezler…
Bu yüzden olsa gerek, kitapta tavşanlar sembolleştirilir…
Tavşanların bir ahırda kitlenmiş olması, onların zor bir durumdan kurtulma çabasını temsil eder…
Tavşanları kız çocukları ile ilişkilendirerek, battaniyeli olanları da dayanıklı ve güçlü tavşanlar olarak ifade eder…
Su kenarına yanaşan gemi ise, bu tavşanların kurtuluşu için bir umut kaynağıdır…
Ancak, gemiye ulaşmak her zaman kolay değildir…
Tavşanlar, arka bacaklarından yakalanarak tepe taklak edilirler…
Tavşanın arka bacağından yakalanması ve tepe taklak edilmesi, onun karşılaştığı engelleri ve zorlukları sembolize eder...
Ve sol arka bacak kopana kadar bu durum devam eder...
Ancak bacağındaki ipten kurtulabilen tavşanlar, gemiye ulaşarak tamamen kurtulmuş olurlar...
Bu süreç, kişisel mücadele ve fedakârlığın sonucunda elde edilen özgürlüğü ve kurtuluşu anlatır...
İbranice metniyle sosyal ağ üzerinden dolaşımda olan orijinal kitapta, tavşan; şüphe, korku ve nefreti konu etmektedir…
Anlaşılacağı üzere kitabın orijinalinde; Ölüm var, kan var, işkence vardır…
Orijinal kitapta şiddet içeren bu kısımlar, okuduğumuz kitaptan çıkartılmıştır…
***
PDF formatından okuduğumuz kitapta, başkarakter küçük tavşan Georgie, ağaçkakan Porkey, kokarca Phewie’nin yaşadıkları tepedeki maceraları anlatılır…
Kitabın başkahramanı olan tavşan küçük Georgie, ailesiyle birlikte tepede yaşamaktadır…
Babası konuşmayı seven Güneyli bir beyefendi, annesi ise evhamlıdır…
Ağaçkakan Porkey, kokarca Phewie, tarla fareleri, geyikler, tilkiler, köstebekler, kuşlar ve sincaplar da dahil olmak üzere tepede başka birçok hayvanla birlikte yaşamaktadırlar...
Köhne çiftliği yeni bir ailenin devralacağı haberi yayılınca hayvanlar heyecanlanırlar...
Anne, yeni insanların evcil hayvanları ya da çocukları olursa ya da hayvanları zehirlemeye çalışırlarsa her şeyin ters gidebileceğinden endişelenir…
Ancak diğer hayvanların çoğu, bol yiyeceğin olduğu yeni bir dönemi umut etmektedir...
Yeni gelen aile kaliteli insanlardır…
Hayvanlar da onlara karşı saygılı olmaya karar verir...
Karanlık bir gecede hayvanlar, insanların arabasının Küçük Georgie’ye çarptığını görür…
Yas tutulur...
Tepeyi bir kasvet duygusu kaplar…
Birkaç gün sonra ise bir tarla faresi, Küçük Georgie’nin yaşadığını ve ailenin evinde ayağında tellerle kadının kucağında yattığını anlatır...
Hayvanlar umutlarını yeniden kazansalar da ölüm ihtimalinden de korkarlar…
İşçiler büyük bir tahta sandık getirdiğinde, hayvanlar bunun kendilerini yok etmek için tuzaklar ve zehirler içerdiğini düşünür…
Analdas Amca, bunun Küçük Georgie’yi asmayı planladıkları darağacı olduğunu bile iddia eder...
Ancak Küçük Georgie sağlığına kavuşarak geri döner…
Sandıktan da koruyucu bir heykel ve herkese yetecek kadar yiyecek olduğunu belirten bir not çıkar…
İnsanlar her gün hayvanlara yiyecek getirirler...
Tepeyi ziyaret eden işçiler, yeni insanların bahçesine çitler, zehirler ya da tuzaklar olmadığını ve hayvanlara dokunulmadığını görünce şaşırırlar…
Adamlar bunun acemi şansı olduğunu söylerler…
***
Ritüel kutsal anlamlar taşıyan kısımlar hikâyeden çıkartılınca kitap, basit bir masal veya hikâye kitabından öteye geçmemektedir…
***
Kitabın gündeme gelmesi, Diyarbakır’da meydana gelen küçük kız çocuğu Narin Güran cinayetiyle ilgili ritüellerin kitapla benzerlik göstermesi dolaysıyladır…
Narin Güran’ın Tavşan tepe köyünden olması, annesiyle çekildiği fotoğrafta Narin’in tişörtü tavşanlı ve sol bacağının kıvrık olması, Narin bulunduğunda bacağı kopuk bir halde çuvaldan çıkması, Illuminati'nin kurulduğu yer olan Mithras Tapınağı, Tavşan tepe köyünün 30 km uzağındaki Zerzevan Kalesi’nde olması, Narin’in kahverengi bir battaniye içerisinde görülmesi, Narin’in mezarında ağlayan kadının, “Benim Havin’imi de böyle öldürdüler” diyerek ağlaması; Narin bu ritüellere mi kurban gitti? Sorusunu akla getirdi…
Havin ritüeli ile ilgili cinayetler, planlı ve profesyonel bir şekilde işleniyor ve genellikle kız çocukları hedef alınıyor...
Havin ritüeli, kız çocuklarının kurban edildiği bir tür mistik ayindir…
***
Kısaca, kitaptaki ritüeller ile Narin Güran cinayeti arasındaki benzerlikler sosyal medyada kitabı gündeme taşıdı!
***
Her nedense on yaşın altındaki kız çocuklarına ait ritüel cinayetleri Yahudiler işlemektedir…
Muhtemelen cahiliye döneminde kız çocuklarını diri diri gömme geleneği de onlardan Araplara geçmiştir…
***
Kendisine eziyet edilen çocuk, “her şeyi Allah’a anlatacağım” dediyse, anlatacağından hiç kimsenin şüphesi olmasın!

 

04 Kasım, 2024

DALKAVUKLAR GECESİ/ Z VİTAMİNİ


KİTAP İNCELEMESİ

***

KİTAP ADI:  DALKAVUKLAR GECESİ/ Z VİTAMİNİ

KİTAP YAZARI: HÜSEYİN NİHAL ATSIZ

***

Asıl adı Hüseyin Nihal Çiftçioğlu olan Nihal Atsız, 12 Ocak 1905’de Kadıköy’de dünyaya geldi…

Baba tarafından Gümüşhaneli, anne tarafından Trabzonlu olan yazar, Türkçü-Turancı dünya görüşüne sahipti... 

İstanbul Lisesinden mezun olduktan sonra Askeri Tıbbiye’ ye yazıldı…

Üçüncü sınıf öğrencisiyken Askeri Tıbbiye ’den atıldı…

1926 yılında Yüksek Öğretmen Okuluna  kaydoldu…

Hocası Mehmet Fuat Köprülü 'nün dikkatini çeken Atsız, 1930 yılında Türkiyat Enstitüsü Mezuniyet Tezi çalışmasıyla Edebiyat Fakültesinden mezun oldu…

1931 yılında hocası Mehmet Fuat Köprülü’ nün yanında asistan olarak çalışmaya başladı…

Atsız, 15 Mayıs 1931'den 25 Eylül 1932 tarihine değin Atsız Mecmuayı çıkarmaya başladı... 

Mehmet Fuat Köprülü, Zeki Velidi Togan, Abdülkadir İnan gibi yazın ve tarih bilginlerinin de içinde bulunduğu bir kadro ile yayın hayatına atılan bu “Türkçü ve Köycü” dergi, devrinde bilim, düşünce ve sanat alanında çok etki yaratan Türkçü bir çığır açmış, Cumhuriyet çağı Türkçülüğünün öncüsü olmuştur…

Tarihçi, Türkolog Rıza Nur'un manevi evladıdır…

Yazdığı Türkçü yazıları dolaysıyla Üniversitedeki asistanlık görevinden uzaklaştırılmıştır…

 Edirne Lisesi edebiyat öğretmenliğine atanan Atsız, orada çıkarttığı Orhun Dergisinde yayınladığı eleştirel yazılar nedeniyle 1933'te bakanlık emrine alınmıştır…

Orhun dergisi de 9. sayısında Bakanlar Kurulu kararı ile kapatılmıştır…

1934 tarihinde Kasımpaşa'daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu'na Türkçe öğretmeni olarak atanmıştır…

Atsız, Kasımpaşa'daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulunda Türkçe öğretmeni olarak yaklaşık 4 yıl çalışmış ve 1938 tarihinde bu görevinden ihraç edilmiştir…

19 Mayıs 1944 törenlerinde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Atsız ve arkadaşlarını ağır biçimde eleştirmiş bu eleştiri üzerine Atsız ve 34 arkadaşı İstanbul 1 Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesinde yargılanmaya başlanmışlardır… 

Aralarında Alparslan Türkeş gibi subay, üniversite profesörü, öğretmen, doktor ve üniversite öğrencilerinin de bulunduğu sanıklar, sorguya çekilmişler; Atsız dâhil sanıklar, daha sonra “tabutluk” diye adlandırılan hücrelerde işkence gördüklerini belirtmişlerdir…

7 Eylül 1944 günü yargılama başlamış, 'Irkçılık-Turancılık davası' adı verilen ve haftada 3 gün olmak üzere 65 oturum devam eden mahkeme, 29 Mart 1945 tarihinde sonuçlanmış ve Atsız 6 yıl 5 ay hapse mahkûm olmuştur…

Atsız, Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinden sonra 21 Eylül 1950'de Haydarpaşa Lisesine edebiyat öğretmeni olarak atanmıştır…

Atsız, 1950-1952 yıllarında yayımlanan haftalık Orkun dergisinin başyazarlığını yaptı…

1962'de kurulan Türkçüler Derneğinin genel başkanlığını üstlendi…

1964'ten ölümüne değin Ötüken dergisini yayımladı…

Nihal Atsız, 11 Aralık 1975'de geçirdiği kalp krizi sonucu ölmüştür…

***

Kitap iki ayrı romandan oluşmaktadır...

Birinci romanda tek parti yönetiminin baskıları ve yanlışları, azınlıklara mensup dalkavukların devlet bürokrasisine sızışı hicvedilmiştir...

(Azınlıklara mensup bu dalkavuklar, en güzel Cemal Granda’nın  “Atatürk’ün uşağı idim” kitabında anlatılmaktadır…)

Olay, “Hatti” ülkesinin “Hattuşaş” şehrinde geçer…

Tutaşil adlı kahraman bir askerin kralın etrafını saran dalkavuklarla mücadelesinin öyküsü anlatılır...

Kitabın “dalkavuklar gecesi” bölümü Cengiz Aytmatov ‘un  “gün olur asra bedel” kitabına benzemektedir…

Cengiz Aytmatov, her ne kadar kitapta Komünist diktatörlüğünü mecaz olarak eleştirse de, kitabın “Cengiz Han’a küsen bulut” kısmının yayınlanmasına izin verilmemiştir…

Dalkavuklar Gecesi 1941 yılında, Z Vitamini 1959 yılında yazılan kitap, yazarın yaşadığı devirdeki yetkilileri birincisinde antik çağda hayali bir devlete taşıyarak, ötekinde kendi zamanından 50 yıl sonrasına taşıyarak hicvettiği iki kısa romandır...

***

İkinci romanda (Z Vitamini)gerçek isimler kullanılmış ve bu isimler ağır bir şekilde eleştirilmiştir…

Bazı okuyucular,” M.Kemal’e dil uzatamayanlar İsmet İnönü'ye açık açık saldırdılar…

Kitapta benzer bir yaklaşım görüyoruz…”  yorumunu yaptılar…

Rahmetli Kadir Mısıroğlu, “Ölçüsü İslam olmayan Atsız, Atatürk aleyhine “dalkavuklar gecesi” kitabını yazmıştır…

Bu kitap Atatürk aleyhine yazılmış ilk kitaptır.” demiştir…