18 Ekim, 2024

İLK TÜRKİYE GÜZELLİK YARIŞMASI


 

İNCELEME – ARAŞTIRMA

***

İLK TÜRKİYE GÜZELLİK YARIŞMASI

TÜRKİYE'NİN İLK DÜNYA GÜZELİ OLAN KERİMAN HALİS ECE

***

Keriman Halis Ece, zamanın meşhur tüccarlarından olan ve Hızır adı verilen yangın söndürme aletlerinin mümessili Tevfik Halis Bey ve Ferhunde Hanım'ın altı çocuğundan biridir…

20 Ağustos 1913’de İstanbul’da dünyaya gelmiştir…

Annesinin hastalığından dolayı altı yaşına kadar büyükannesi, daha sonra bakıcısı tarafından büyütülmüştür...

Bakıcısı Keriman Halis’e Fransızca konuşmayı ve piyano çalmayı öğretmiştir…

İstanbul’da Feyziati Lisesi’nde dokuzuncu sınıfı okurken babasının ısrarı ile okulunu bırakmış ve Akşam Sanat Okulu’nda dikiş, nakış ve yemek konularında eğitim görmüştür…

***

1932 yılında Belçika'da düzenlenen Yahudi Emmanuel Carrasu (Emin Karasu) imzalı dünya güzellik yarışmasına Türkiye’nin iştirak edebilmek için Cumhuriyet gazetesi Türkiye Güzellik Yarışması düzenler…

Katılım çok az olur…

Türk insanı yarışmaya katılımı benimsemez…

1930 yılında Cumhuriyet gazetesinin düzenlediği Türkiye Güzellik Yarışması’na arkadaşlarının ısrarı üzerine katılmıştır...

 Ancak ailesi onay vermediği için ikinci tura katılamamıştır...

Babası Tevfik Hâlis’e; “Keriman’ı güzellik yarışmasına sokacağız.” dediklerinde; “Bu kara kızı mı?” diye alay etmişti…

Aradan geçen iki yıl sonra ailesi dördüncüsü yapılacak olan Türkiye Güzellik Yarışmasına katılmasına bu sefer onay vermiştir…

Yarışmaya katılım için verilen ilanda şu cümleler yer aldı;

16 - 25 yaşlarında evlenmemiş, namuslu kızlar 'hafif ve balo kıyafetiyle' yapılacak bu seçime katılabilecek...

Kazanamayanların izzet-i nefislerinin rencide edilmemesi için adları açıklanmayacaktır

Irk, din, mezhep farkı aranmaz

Yarışmaya iştirak edecek olanların asgari 15 yaşında olmaları şarttır

Alüfteler ve bar kızları yarışmaya iştirak edemezler

Müsabaka yalnız yüz güzelliği müsabakası değildir, endam tenasübü de şarttır

Keriman Halis Ece'nin birinci seçildiği yarışmada jürisi, Abdülhak Hamid, Cenap Şahabettin, Vasfi Rıza, Yunus Nadi ve Peyami Safa'dan oluşmaktaydı...

Keriman Halis Ece, yarışmada birinci seçilince, 31 Temmuz 1932'de Belçika'nın Spa kentinde yapılacak olan Uluslararası Güzellik ve Zarafet Yarışmasına Türkiye'yi temsil etme hakkı kazandı

Keriman Halis Ece, 28 ülkenin güzellerinin katıldığı birinci seçildi.

Keriman Halis, Türkiye'ye dönüşünde Sirkeci Garı'nda büyük bir kalabalık tarafından karşılandı.

Atatürk, Keriman Halis Ece'nin onuruna kardeşi Makbule Hanım ve manevi kızı Afet İnan ile birlikte katıldığı bir davet verdi

Keriman Halis Ece, Atatürk'ün elini öptü...

Atatürk, Keriman Halis Ece'nin alnından öperken Sana Ece diyeceğim dedi

***

Yarışmayı yerinde izleyen Halid Turhan Bey, Keriman Halis Ece'nin dünya güzeli seçilmesinin siyasi ve dini nedenlerden ötürü yarışma komitesi tarafından ayarlandığını iddia etti...

Halid Turhan Bey, hatıralarında Keriman Halis Ece'nin dünya güzeli seçilmesiyle ilgili olarak bir yazı kaleme aldı

Halid Turhan Bey'in iddiasına göre jüri başkanı kürsüye geçerek şunları söyledi;

"Sayın jüri üyeleri, bugün Avrupa'nın, Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz

600 senedir dünya üzerinde hâkimiyetini sürdüren Osmanlı artık bitmiştir...

Onu Avrupa Hıristiyanları bitirmiştir...

Elbette ABD'nin ve Rusya'nın hakkını inkâr edemeyiz...

Neticede bu Hıristiyanlığın zaferidir...

Müslüman kadınların temsilcisi, Türk güzeli Keriman, mayoyla aramızdadır...

Bu kızı zaferimizin tacı kabul edeceğiz, onu kraliçe seçeceğiz

Ondan daha güzeli varmış, yokmuş bu önemli değil...

Bu sene güzellik kraliçesi seçmiyoruz...

Bu sene Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz...

Avrupa'nın zaferini kutluyoruz

Bir zamanlar Fransa'da oynanan dansa müdahale eden Kanuni Sultan Süleyman'ın torunu işte mayo ve sutyenle önümüzdedir...

Kendini bizlere beğendirmek istemektedir...

Biz de, bize uyan bu kızı beğendik, Müslümanların geleceğinin böyle olması temennisiyle, Türk güzelini dünya güzeli olarak seçiyoruz

Fakat kadehlerimizi Avrupa'nın zaferi için kaldıracağız

***

Keriman Halis Ece'nin dünya güzeli seçilmesi ardından fotoğrafları, kartpostal olarak basılıp dağıtıldı...

Yarışmanın ertesi günü Avrupa basınındaki başlıklar adeta zafer çığlıkları gibiydi...

BBC: Zor diye bir şey yoktur!

LEE KİP: Fatih'in torunu göz kamaştırıyor...

CNN: Osmanlı kadını nihayet soyundu!

O günün sabahında Osmanlı basınından gazete başlıkları,

Ceride-i Havadis: Bize ne oldu?

Tasvir-i Efkâr: Belgeli hayâsızlık

Tercüman-i Ahval Gazetesi: Yahudi oyunu

Takvim-i Vakayı: Payitaht şimdi yıkıldı...

***

Mustafa Kemal, Cumhuriyet gazetesine verdiği demeçte şunları söyler:

Türk ırkının asil güzelliğinin daima korunmuş olduğunu gös­teren dünya hakemlerinin bu Türk çocuğu üzerindeki hükümlerinden memnunuz...

Fakat Keriman Ece hepimizin işittiğimiz gibi söylemiştir ki, o, bütün Türk kızlarının en güzeli olmak iddiasında değildir...

Bu güzel Türk kızımız, ırkının kendi mevcudiyetinde tabii olarak tecelli ettirdiği güzelliğini dünyaya, dünya hakemlerinin tasdikiyle tanıttırmış olmakla elbette kendini memnun ve bahti­yar saymakta haklıdır...

Türk milleti, bu güzel çocuğunu şüphesiz samimiyetle tebrik eder...

Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu tarihi olarak bildiğim için Türk kızlarından birinin dünya güzeli seçilmiş ol­masını çok tabii buldum...

***

Keriman Halis’in dünya güzeli seçilmesinden sonra bazı şahısların söyledikleri:

Yazar Peyami Safa diyor ki:

Keriman Halis’in tüm dünyaya ispat ettiği şey, yalnız ferdi bir güzellikten ibaret değildir...

O, düne kadar kafes arkasında yalnız ‘insan yumurtlamaya yarar, acayip bir kümes hayvanı zannedilen Türk kadını ile bugünün beynelmilel hareketlerine karışan, zeki ve cevval bakışlı Türk kızının farkını meydana çıkardı…

Bu olay Türkiye’nin geçirdiği inkılap hakkında yazılmış ve yazılacak kitaplardan ziyade fikir vermek kudretine haizdir…

Ecevit'in bakanı Cahit Kayra diyor ki:

1932'nin büyük bir heyecanını Keriman Halis’in dünya güzeli seçilmesinde yaşadık…

Keriman Halis güzel bir kadındı; ama o yılların Avrupası uygarlaşmaya kararlı atılışı içindeki Türkiye'ye böyle bir “avans” vermeyi de uygun görmüş olabilirler…

***

Yazar Ufuk şimşek diyor ki:

Bu Keriman son şeyhülislamın torunu olduğu için seçildi…

***

Tomris Sultan diyor ki:

Güzel miydi? Hayır!

Türk müydü? Hayır!

Aslen Türk olmayan Keriman Halis sadece Türk kadınları soyundu, Osmanlı kadınları işte bu densin diye aslen İngilizler tarafından düzenlenen bir oyundu

Çünkü hiç bir Türk kadını soyunmazdı!

Soyunduramazlardı

Ama bir dublör lazımdı Osmanlı kadının adını çıkaracak

***

İsmet Özel diyor ki:

Orhan Pamuk’un Nobel’i alması, Keriman Halis’in dünya güzeli olması gibi bir şeydir...

Anladın mı bunu?

İkisi de şunu anlatır: “Bu ülkeyi artık Türkler yönetmiyor! Sizin o korktuğunuz Türkler bu ülkede lafı geçen insanlar değil!”

Ümit Şit diyor ki:

Cumhuriyet gazetesinin, bugün yine aynı misyonu sürdürdüğüne şahit olmaktayız… Müslüman kadınların ahlaken bozulması için Müslüman kadınların arasından birinin bu yarışmaya girmesi planlandı...

Ancak peçeli, çarşaflı Müslüman kadınları bu yarışmaya katılmadı...

Bunun sonucunda Feyziye Mektepleri öğrencisi olan 19 yaşındaki Keriman Halis Ece bu yarışmaya katılma kararı aldı...

Feyziye okulları bugünkü Işık okullarının adıdır...

Feyziye okullarının ilk yönetiminde ise sebataist Şemsi Efendi vardır...

Yani geçmişteki ismi ile Feyzi Sübyan Okulları, Yahudi dönmelerinin okutulduğu bir okuldur...  

Müslüman kadınlara örnek olarak ortaya atılan Keriman Halis Ece, günah keçisi olarak seçilmiştir...

Yarışmaya katılım için verilen ilanda şu cümleler yer almıştır: “16-25 yaşlarında evlenmemiş, namuslu kızlar ‘hafif ve balo kıyafetiyle’ yapılacak bu seçime katılabilecek. Kazanamayanların izzet-i nefislerinin rencide edilmemesi için adları açıklanmayacaktır.” Açıklamadaki namuslu kızlar ibaresi ile güzellik yarışmasının iffetsizliği kapatılmaya çalışılmış, kazanamayanların ise rencide edilmemesi adına adlarının açıklanmayacağı gibi ibare kullanılarak, yarışmanın çok mühim olduğu kanısı verilmeye çalışılmıştır… Görüldüğü üzere çıplak bir şekilde kurbanlık koyunlar gibi ya da köle pazarlarında görücüye çıkarılan esirler gibi erkekler önünde sergilenmek çok mühim ve itibarlı olarak yansıtılmıştır...

***

Yukarıdaki hazin hikâye, sözde batılılaşma, modernleşme, çağdaşlaşma sevdamız uğruna geçmişimize ve geleceğimize bıraktığımız mirastır…

 

 


14 Ekim, 2024

HZ. OSMAN


 

KİTAP İNCELEMESİ

***

KİTAP ADI: HZ. OSMAN

KİTAP YAZARI: MUSTAFA NECATİ BURSALI

***

İslam ile henüz müşerref olmayan Osman İbn-i Affan ve Talha b. Übeydullah birlikte Allah Resulü ’nün huzuruna giderler...

Allah’ın Resul’ü onlara mukaddes İslam’ı arz etti, Kur'an okudu…

İslâm şeriatını nokta nokta anlattı...

Müslüman oldukları takdirde, Allah katında büyük izzet ve şeref kazanacaklarını vaat etti...

İkisi birden iman ettiler ve İslâm dairesine girdiler…

***

Hayâ ve edep incisi Hz. Osman, Allah Resulü’ nün kızı Rukiye ile evlenmişti, Rukiye ölünce Peygamberimizin diğer kızı Ümmü Gülsüm ile evlendi…

Kâinatta bir peygamberin iki kızını almış ilk insandır, Hz. Osman...

Onun için lâkabı "çifte Nur" sahibidir…

Bedir ve bir iki gazadan başka bütün cenklerde, Kâinatın Efendisi’yle beraber bulundu...

Bedir cengine katılmayışı, hasta bulunan zevcesi Rukiye’nin yanında kalışı yüzündendir…

Allah’ın Resul’ü Hz. Osman için “Her Peygamberin bir arkadaşı vardır…

Osman İbn-i Affan, dünyada dostumdur, ahrette de dostumdur!” demiştir…

Peygamberimiz bir gün kızı Rukiye’ye, “Ey babasının canı, Osman’a hürmette kusur etme!

Sahabelerim içinde ahlâk bakımından bana en çok benzeyen, odur!” diye nasihat etmiştir…

Hz. Osman birçok defa bu şekilde Peygamberimizin takdirine mazhar olmuştur, “Kardeşim Osman’ı kucakladım, kimin bir kardeşi varsa, onu kucaklasın…”

“Gökte melekler bile Osman’ın hayâsına bakar da utanırlar!”

Hicretten 47 sene evvel doğmuş, 82 yaşında şehit edilmiştir…

Büyük mal ve servet sahibi, güzel huylu, orta boylu, esmer renkli ve güler yüzlü, Kâinatın Efendisi’nin sözüne göre “İkinci Yusuf” tur…

Hz. Osman, servetini İslam için harcamakta hiç tereddüt etmemiştir…

Bir gün peygamberimiz Allah’a,

“Ya Rabbi!

Bana ihsan edenlerin hepsinin mükâfatını verdim; ama Osman Bin Affan’ın ihsanının karşılığını vermekten aciz kaldım...

Ey ihsanı bol Allah’ım! Sen ona en iyi mükâfatı ver!” şeklinde dua eder…

Allah’ta Peygamberimize Cebrail ile haber gönderir,

“Ey Habibim, Osman’a selâmımı söyle...

Biz ondan razı olduk…

Onu Cennette sana komşu edeceğiz…

Arasat hesabını ondan kaldırdık…

Sen onu mükâfatlandırmaktan aciz kaldın ise, biz ona mükâfat vermekten aciz değiliz…”

***

Peygamberimizin ölümünden sonra Hz. Ebubekir halife seçilir…

Hz. Ebubekir’in ölümünden sonrada Hz. Ömer halife seçilir…

Hz. Ömer’in şahadetinden sonra Hz. Osman halife seçilir…

Hz. Osman döneminde fitne hareketleri başlar ve Şii mezhebi doğar!

II. Abdülhamit döneminde olduğu gibi bu döneminde gizli fitnecileri Müslüman gözüken Yahudilerdir… 

Hz. Osman’ın kaderiyle Osmanlının kaderi birebir çakışmaktadır…

Abdullah İbn-i Sebe, halife Hz. Osman döneminde Müslüman olmuş gizli bir Yahudi'dir…

Allah'ın lanetine uğramış Yahudi milleti sinsice İslâm devletinin temeline dinamit yerleştiriyordu...

Abdullah İbn-i Sebe ve beş Yahudi arkadaşı, henüz yeni Müslüman olmuş, imanın hakikatine erememiş saf, temiz genç ve tecrübesiz insanlara çirkin düşüncelerini aşılıyordu...

Saf ve berrak gençleri birbirlerine düşman ederek, isyanlar çıkarmaya koyuldular...

İhtiras ve menfaat ateşi ile kıvranan şeytan Yahudilerle birlik olan saf ve temiz Müslümanlar, onların kötü niyetlerini sezememiş ve Peygamberler Peygamberinin masum halifesi Hz. Osman’ın aleyhine harekete geçmişlerdi…

Bunların arasında Hz. Ebu Bekir’in oğlu Muhammed de vardı…

Fitnecilerin, mazlum halife Osman’a attıkları iftiralar,

1. Afrika’dan Medine’ye gelen ganimetleri Mervan Bin Hakem'e verdiği,

2. Abdullah Bin Halid’e 300 bin dirhem hazineden ihsan ettiği,

3. Abdullah Bin Sad Bin Sarh’a ganimetten büyük bir hisse ayırdığı,

4. Devlet hazinesindeki mücevherleri kızlarına verdiği,

5. Devlet parasıyla kendisine köşk yaptırdığı,

6. Hz. Abdullah İbn-i Mes’ud’un tahsisatını kestiği…

Ve Hz. Osman’ın iftiracılara cevabı:

“Diyorlar ki: Ben, yakınlarımı sever ve onlara ihsanlarda bulunurum…

Bu söz doğrudur…

Yakınlarımı severim...

Onlara ne versem kendi malımdan veririm…

Müslümanların malını kimseye vermem…

Allah Resulünün, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’ in zamanlarında da büyük hediyeler takdim etmiştim… 

Şimdi ömrümün sonuna yaklaşmış bir ihtiyarım...

Gençliğimde cömert iken şimdi cimri mi olacağım...

Yemin ederim ki Müslümanların mallarından bir para dahi almış değilim…

Bütün masraflarım kendi öz malımdandır…”

Hz. Osman ziyarete giden Hz. Ali, “Ya Osman, işler çığırından çıkmak üzere…

Ömer, vali yaptığı adamın icabında kulağını büker ve en şiddetli cezaya çarpardı...

Sen bunu yapamıyorsun...

Sizde işi sıkı tutunuz ki akıbetiniz vahim olmasın!

Akraban hakkında yumuşaklığın var!"

Hz. Osman’ın cevabı:

“Ya Ali!

Onlar senin de akrabandır!”

Hz. Ali’nin cevabı:

“Evet, onlar benim de akrabamdır…”

Hz. Ali halifenin yanından ayrıldıktan sonra Hz. Osman minbere çıktı ve şöyle dedi:

"Her şeyin bir afeti vardır!

Sizin afetiniz de kötülemek ve ayıp aramaktır...

Ömer sizin başınıza bastı…

Sizi eli ile dili ile dövdü…

Siz onun emirlerine itaat ettiniz!

Hiç bir şeyden şikâyet edemediniz!

Ben size yumuşak davrandım…

Kibar ve nazik muamele eyledim!

Siz benim üzerime yürüdünüz!

Beni dilinize almayınız?

Valilerinizi kötülemekten de vaz geçiniz?"

Halife Hz. Osman Minberden indi ve evine gitti…

Hz. Osman, tüm yöneticileri toplantıya çağırır ve onlara,

“Siz benim vezirlerim ve mutemetlerimsiniz!

İnsanların hâlini görüyorsunuz, ne yapıyorlar?

Benim memurlarımı azlettirmek ve yerlerine istediklerini getirmek istiyorlar…

Bu hususta sizin fikriniz nedir?” diye sorar…

Toplantı sonunda, valiliklere konuyu incelemek ve rapor etmek için müfettişlerin gönderilmesine karar verilir…

Yapılan incelemeler sonunda sıkıntı olmadığına dair rapor halifeye gönderilir; ama rapor halifeye verilmez…

***

Mısır’dan Peygamber beldesi Medine’ye bir heyet geldi…

Hayâ ve edep incisi Hz. Osman’ın huzuruna çıktılar;

“Ey Müminlerin Emiri, valimizden şikâyetçiyiz…

Halka zulüm ediyor!

Hz. Osman onlara,

“Peki, siz gidiniz...

Ben valiye bir name göndereyim!” der…

Mısır Valisi Abdullah İbn-i Sa’d mektubu alır ve okur…

Halifenin yüce emrine itaat edeceği yerde şikâyetçileri iyice patakladı…

Olay o kadar şiddetlendi ki dayağın tesiriyle adamın biri ölür…

İşte bu son damla bardağı taşırır…

İsyancılar avaz avaz bağırdılar:

“Halife ve onun adamlarına ölüm!”

Medine’ye doğru bir akın başladı…

Artık ihtiras ve nefis canavarı ağzı açılmıştı…

Hz. Osman’ı halletmek için alev alev yanıyorlardı…

Bu gözü dönmüş kan dökücüler Medine’ye üç konak mesafeye kadar geldiler ve karargâh kurdular...

Bütün ömürlerini mukaddes dinin uğruna geçiren, Allah'ın Sevgilisiyle cenk sahnelerine süzülüp nice iman düşmanının ciğerini delen, Küfür kanserini kökünden kazımak için az mı çaba harcamışlardı… 

Şimdi bu isyancılar nasıl oluyor da, Müslüman kanı dökmek istiyorlardı…

Elbette onlara bu fırsat verilmedi ve nur şehri Medine’ye koymadılar...

Mısırlı isyancıların temsilcileri Hz. Ali’nin ziyaretine geldiler:

“Ya Ali, biz karar aldık eğer kabul edersen sana biat edeceğiz...” dediler…

Hz. Ali’de onlara,

“Susunuz!

Buradan gidiniz!

Böyle bir teklife nasıl cüret edebiliyorsunuz?

Allah Resulü lanetlenmiş olduğunuzu bildirmişti…

Bunu unutmayınız ve bu sevdadan vaz geçiniz!” dedi…

İsyancılar hile olarak geri döner gibi yaptılar; ama geri dönmediler…

Akın akın Medine’ye girdiler…

Bir müddet halife Hz. Osman’ın namaz kıldırmasına fırsat verdiler; ama neticede onu evine hapsettiler…

Hz. Ali, yine aynı sahabeler ile isyancıların yanına gitti ve onlara nasihat etti…

İsteklerinin kabul edileceğini, Mısır Valisinin azledilerek mahkemeye sevk edileceğini, onun yerine Hz.

Ebu Bekir’ in oğlu Muhammed’in tayin olunacağını bildirdi...

Yeni Vali ile Mısır’a dönmelerini istedi…

İsyancılar bu teklifleri kabul ettiler…

Geldikleri yere gitmek üzere nur şehri Medine’den ayrıldılar...

Böylece yeni bir ümit ışığı doğmuş oluyordu…

Artık fitne ateşi sönmeye yüz tutmuştu...

Ne hazin bir tecellidir ki bu fitne değirmenini zehirli adamı Abdullah İbn-i Sebe durmuyordu...

Perdenin arkasındaki o idi...

Mısırlılar Medine’den üç konak ötede çadır kurmuş dinleniyorlardı…

Karşıdan deve üzerinde süratle yol alan bir adam gidiyordu…

Kimdi bu?

Şüphelendiler...

Yolcuyu durdurdular ve sordular:

“Kimsin?”

Yolcu cevap verdi,

“Müminler Emiri Hz. Osman’ın kölesiyim!”

Mısırlılar sordular,

“Nereye gidiyorsun?”

Köle cevap verdi,

“Mısır valisini görmeğe gidiyorum!”

Mısırlılar cevap verdi,

“Mısır valisi Muhammed İbn-i Ebi Bekir burada!”

“Ben eski vali Abdullah İbn-i Sa’d İbni Sarh’ı görmeğe gidiyorum!” deyince, köleyi Hz. Ebu Bekir’in oğlu Muhammed’in yanına götürdüler…

Kölenin üstünü aradılar...

Bir şey bulamayınca, yanında taşıdığı bir kuru matarayı yarınca içinden bir mektup çıktı...

Mektup Mısır’ın eski valisi Abdullah İbn-i Ebi Sarh’e yazılmıştı…

Müminler Emiri Hz. Osman’ın mührü ile de mühürlenmişti…

Mektupta, Muhammed İbn-i Ebi Bekir ve arkadaşlarının geldikleri zaman ellerindeki yazılı emre itaat etmemesini ve hepsinin boynunun vurulmasını ve de ikinci emri beklemesi yazılıydı…

Hz. Ebu Bekir'in oğlu Muhammed mektubu tekrar yerine koydu…

Yanındakilerin mühürleri ile üzerini mühürledi…

Bu mektup isyancıları o kadar öfkelendirdi ki köleyi de yanlarına alarak hemen Medine’ye dönmeye karar verdiler…

Tüm isyancılar geri dönerek Hz. Osman’ın evini kuşattılar…

Hz. Ali ve Sahabeler durum değerlendirmesi yaparak Hz. Osman’ı ziyarete gittiler…

Hz. Ali sorar,

“Ya Osman, bu köle ve deve senin mi?”

Hz. Osman cevap verir,

“Evet, ya Ali benimdir!”

Hz. Ali sorar,

“Bu mektubu sen mi yazdın!”

Hz. Osman cevap verir,

“Hayır, ben yazmadım, yazılmasını da emretmedim ve haberim yoktur...”

Hz. Ali sorar,

“Mühür senin mi?”

Hz. Osman cevap verir,

“Evet benimdir!”

Hz. Ali sorar,

“Öyle ise nasıl oluyor da, kölen senin deven ile yola çıkıyor, senin mührün ile mühürlenmiş mektubu götürüyor da senin haberin olmuyor?”

Hz. Osman cevap verir,

“Dedim ya, bu mektubu ben yazmadım, yazılmasını da emretmedim, köleyi Mısır’a da ben göndermedim!”

Hz. Ebu Bekir’in oğlu Muhammed devreye girer,

“Osman yalan söylemez, bu Mervan’ın işidir!”

Orada bulunanlar mektubun yazısını incelediler ve mektubun gerçekten Mervan’ın işi olduğunu anladılar...

Hz. Osman’ı isyancılara karşı yönlendirmek isteyenlerden biride Hz. Muğire idi…

Hz. Muğire, Hz. Osman’a isyancıları katlederek kuşatmayı kaldırmayı teklif eder…

Hz. Osman,

“İslâm tarihinde Müslümanları birbirine kırdıran ilk adam ben mi olacağım, ey Muğire?

Vallahi bunu yapamam…” demiştir…

O yüce gönüllü, yüce yaradılışlı Peygamber dostu Hz. Osman kendi canını feda ediyor, fakat bir damla Müslüman kanı dökülmesine rıza göstermiyordu...

Evine hapsedilen halife Hz. Osman’a su verilmesi yasaklanmıştı!

Evinin isyancılara hakim noktasından,

“Ey insanlar!

İçinizde bilen varsa Allah için söylesinler,

Müslümanlar bu şehre hicret ettikten sonra burada susuz kalmışlardı...

Resul-i Ekrem o zaman: “İçimizden birisi çıksa da şu Rume kuyusunu satın alsa!” buyurmuşlardı…

O kuyuyu satın alan ve millete vakfeden ben değil miyim?

Şimdi siz, ondaki bir bardak acı sudan beni men ediyorsunuz...”

Allah ve İslâmiyet hakkı için size soruyorum; darda olan İslâm ordusunu tamamıyla kendi servetimden teçhiz etmedim mi?

Allah ve İslâmiyet adına size yemin veriyorum; mescit-i saadet Müslümanlara dar geldiği vakit, İnsanlığın Efendisi:

“Cennette daha hayırlısını almak üzere falancanın arsasını kim alıp mescide ilâve eder?” buyurduğu vakit, onu satın alıp mescide katan ben değil miyim?

Böyle iken, şimdi siz benim mescit de namaz kılmama mâni oluyorsunuz, bu nasıl bir iş?

Peygamber halifesine baş kaldıran asiler başlarını yere eğip sustular...

İrfan denizine gark olmuş din büyüğü yine haykırdı:

Allah’a ve İslâmiyet adına yemin verdirerek soruyorum; Allahın Resulü, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve benimle Şebir dağında otururken, dağ sallanıp taş yuvarlandığı zaman Kâinatın Efendisi taşı ayağı ile itip:

“Ey Şebir dağı dur!

Zira senin üzerinde bir Peygamber bir Sıddık ve iki şehitten başka kimse yoktur…” buyurmadı mı?

Hz. Osman’ın tatlı ve yumuşak sesi yine duyuldu:

"Kâbe’nin Rabbi hakkı için şahit olun ki, ben şehidim!

O halde niçin başımda dolaşıyorsunuz?

Niçin evimi kuşatıyorsunuz?

Niçin Allah Resulünün bu mübarek şehrine musallat oluyorsunuz?

Sizin hareketinize Allah’ı şahit tutuyorum:

Şahit ol Ya Rab, Şahit ol Ya Rab!"

Halifenin nutkunun tesirinde kalan asiler birbirlerine girmişlerdi…

Bunların bir kısmı silâhlarını atmışlar ve avaz avaz bağırmışlardı:

"Biz bu adama fenalık edemeyiz!

Hz. Osman’a karşı müsamahakâr davranmalıyız, ona derdimizi anlatıp gitmeliyiz!"

Küfelilerin başında bulunan Eşter de şöyle haykırmıştı:

"Bizim bu adamın aleyhindeki hareketimizde gizli fesat var, bizi aldatmışlar!"

Gerçekten gizli bir el bu dolapları döndürüyordu…

Hain Yahudi Abdullah İbn-i Sebe, Hz. Ebu Bekir’in küçük oğlu Muhammed ile gizlice buluştu…

Bu tecrübesiz delikanlıyı istediği gibi idare ediyordu…

***

Zilhicce ayının (Hicri takvime göre yılın 12.ayı) on sekizinde, hayatının son Cuma gecesinde bir rüya gördü…

Bütün insanlığa Allah müjdesini getiren yüce Peygamber, onun hemen yanı başında Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer bir arada duruyorlardı…

Peygamberimiz Hz. Osman’a hitap ediyor:

“Ya Osman; Seni muhasara edip buraya mı kapattılar?”

Hz. Osman cevap verir,

“Evet, ey Allahın Resulü!”

Peygamberimiz sorar,

“Seni susuz mu bıraktılar?”

Hz. Osman cevap verir,

“Evet, ey Allahın Resulü!”

Kâinatın Efendisi bir kova dolusu su uzatır, Hz. Osman suyu kana kana içer…

Allahın Resulü tekrar sorar:

“Ya Osman, dilersen yarın iftarı bizim yanımızda yaparsın, ister misin yardımına gelip seni kurtarsınlar?”

Hz. Osman sevinç içinde cevap veriyor:

Mertebeyi şahadetle iftarı sizinle yapmak istiyorum, ey

Allahın Resulü!” der…

***

Ertesi sabah isyancılar hamlelerini yenilediler…

Şeytan zekâlı Yahudi o gece uyumamıştı…

İsyancıların çadırlarını bir bir gezdi…

Uydurma şayialarla onların sönen şevkini alevlendirmeğe çalıştı…

Ve onları yeniden harekete geçirdi...

Bu defa işi çabuk bitirmek istiyorlardı...

Hemen harekete geçtiler ve Hz. Osman’ın evine bitişik evin duvarını delip içeri süzüldüler…

İstediği memuriyeti halifeden alamadığı için ona düşman olan Hz. Ebu Bekir’in oğlu Muhammet İlk içeri girenlerdendi…

Hz. Osman rahlesine eğilmiş Kur'an okuyordu…

Genç adam Hz. Osman’ın üzerine atılıyor, onun süt beyaz sakalından kavrayıp haykırıyor: “Şimdi seni Muaviye, İbn-i Ebi Şerh ve İbn-i Âmir kurtarsın!”

Hz. Osman’ın odasına asilerden üst üste giren girene...

Hainin biri Halifenin başına bir demir indirdi…

Amr bin Umuk, Hz. Osman’ın iman dolu göğsüne kılıcını sapladı…

Hançerler peş peşe mübarek insanın vücuduna girip çıktı…

Büyük şehidin mübarek cesedi 3 gün olduğu yerde yapa yalnız kaldı…

Cenaze namazı 17 kişinin katılması ile kıldırıldı…

Kanlı elbiseleri ile yıkanmadan toprağa verildi...

Baki mezarlığının bitişiğinde duvarla çevrili bir yere gömüldü…

***

Not: Günümüzde Hz. Osman hakkında bilerek veya bilmeyerek iftira üretenler, Müslümanlıklarını iman ve ahlak süzgecinden geçirsinler!

 

 


08 Ekim, 2024

PONTUS MESELESİ


 

KİTAP İNCELEMESİ

***

KİTAP ADI: PONTUS MESELESİ

KİTAP YAZARI: DR.YUSUF GEDİKLİ

***

Dr. Yusuf Gedikli, 1954 yılında Trabzon/Akçaabat’ta doğdu...

1980 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden mezun oldu…

***

Bu eser 1922'de TBMM tarafından, o devirdeki zararlı faaliyetler hususunda iç ve dış kamuoyunu bilgilendirmek maksadıyla Matbuat ve İstihbarat Umum Müdürlüğüne hazırlatılmıştır…

Bir heyetin hazırladığı eserin kimler tarafından yazıldığı bilinmemektedir…

196 vesika, 40 cetvel, 44 resim, mektup ve harita olmak üzere toplam 280 belge içeren kitap, Pontus hareketi hakkında yazılmış en mühim, ana, temel kaynak durumundadır… 

Pontus meselesinin ne olduğunu genç nesillere aktarmak için Dr. Yusuf Gedikli günümüz Türkçesiyle kaleme almıştır…

***

Pontus kelimesi aslen Yunancamı olduğu, yoksa başka bir dilden mi olduğu bilinmemektedir…

Her ne kadar Yunancada  "deniz" anlamına geldiği söylense de, bugünkü Yunancada “Karadenizli Ortodoks,  Karadenizli kişi, aptal ya da geri zekâlı” anlamına gelmektedir…

 MÖ. Güney Karadeniz bölgesinde kurulan Pontus devletinin Yunanlıkla hiç bir ilgisi yoktur…

Bu devletin kurucusu da, hanedanı da, tebaası da Yunanlı değildi…

Kurucusu ve hanedanı Pers, tebaası yerli kavimlerdi…

Orduları Anadolu’nun yerli halkından oluşuyordu ve armalarında ay yıldız vardı…

Pontus devletinin bir Yunan devleti olmadığını Yunanlılarda bilmektedir…

Ancak hayalperest Megalo İdeacılar Pontus meselesini 20. Asırda tekrar ortaya atmışlar, lakin altyapısı yeterli olmadığı için bir netice elde edememişlerdir...

***

Pontus Meselesi kitabının konusunu 1918-22 seneleri arasında Orta Karadeniz bölgesinde isyan eden Ortodokslar teşkil etmektedir...

Görevleri sevgi ve hoşgörüyü (!) yerleştirmek olan Ortodoks din adamları (Fener Rum Patrikhanesi) ile Yunan hükümetinin, Ortodoks Osmanlı vatandaşlarını nasıl kandırıp isyana sevk ettikleri bugün de ibretle okunmaya değer…

Kitap Pontus harekâtını öğrenmek için ana kaynak hüviyetindedir...

Ancak kitaptaki dil malzemesini Orta Karadeniz (Samsun, Amasya, Tokat ve Sivas’ın batısı) bölgesindeki halk Rum asıllı değil, ana dili Türkçe olan Ortodoks bir Türk halkı idi...

Bu halk, Karamanlı denilen halkın bir parçasıydı…

İstiklal harbini başarıyla tamamlayan Türkiye, zayıf bir zemine oturan Pontus hülyalarını tarihe gömmüştür…

Bu halk, 1923-24 yılında mübadeleye tabi tutulmuştur...

Yunanlılar halen bunlara Türkosporos (Türk tohumu) derler…

Ünlü Yunanlı şarkıcı Nana'nın itiraf ettiği gibi Yunan milletinde mühim oranda Türk

unsuru mevcuttur...

***

Kitabın yeniden yayımlanması Türk-Yunan düşmanlığı amacını değil, tam tersine her iki milletin dost olması gerektiğini vurgulama amacını gütmektedir...

Ana dili Türkçe olan Ortodokslar bugün Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Moldova, Ukrayna, Rusya Federasyonu ve Gürcistan 'da yaşamaktadır...

Bunlardan yalnız Gagavuzlar milli kimliklerinin farkındadır...

Ukrayna, Rusya Federasyonu ve Gürcistan'daki Ortodoks Türkler, Türklükle-Yunanlılık arasında bocalamakta ve kimlik arayışını sürdürmektedir...

1989'da Sovyetler Birliği’nde yaşayan Balkan ve Anadolu orijinli Ortodoksların toplam sayısı 357.975 'ti…

Bu nüfusun 90 ilâ 200 bininin ana dilinin Türkçe olduğu tahmin edilmektedir…

Ana dili Türkçe olan Ortodoksların bir kısmı Sovyetlerin dağılmasından sonra Yunanistan'a göç etmiş, fakat uyum sağlayamadıkları için geri dönmüştür...

Hatta aldığımız malumatlara göre bunlardan Türklüğünü idrak edip Müslümanlığı din olarak seçenler dahi bulunmaktadır...

***

Kitabin bize vereceği derslerin en mühimi emperyalizmin azınlıklar üzerinde oynaması, buna kanan azınlıkların vatandaşlık hukukuna ve ahlakına aykırı olarak isyan etmeleri ve hem kendilerinin, hem de baş kaldırdıkları devlet halkının zarar görmesidir…

Bunu 1914’te Osmanlı'nın savaş halinde bulunduğu Rusya ile İngiltere’nin öncü kuvveti ve beşinci kolu rolünü oynayan Ermeni isyanında görmüştük…

Maalesef burada da aynı durumla karşılaşıyoruz...

Her iki olayda da devlet, düşman devletle aktif işbirliği yapan Ermeni ve Ortodoks Rum halkını tehcir etmek mecburiyetinde kalmıştır...

Sonuç olarak kitabın yayımlandığı 1922 yılında Pontus harekâtı fiilen yok edilmişti…

Son senelerde tekrar canlandırılmaya çalışılan Pontus fikri tamamıyla yok olacaktır…

Zira artık Türkiye'de yaşayan Rumlardan değil, Yunanistan'da yaşayan Ortodoks Türklerden bahsetmek gerekmektedir!


03 Ekim, 2024

REJİM TARTIŞMALARI VE İSLAM


KİTAP İNCELEMESİ

***

KİTAP ADI: REJİM TARTIŞMALARI VE İSLAM

KİTAP YAZARI: AYKUT EDİBALİ

***

Küçük kitapçık halinde yayımlanan eserde; Şeriat, Laiklik, Demokrasi ve ihtilal konuları işlenmiştir…

28 Şubat postmodern darbe döneminde kaleme alınmıştır…

Bu dönemde Necmettin Erbakan başbakan, Tansu Çiller başbakan yardımcısı ve dışişleri bakanıdır…

28 Şubat 1997'de yapılan Millî Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan kararlarla (28 Şubat kararları) "irtica"ya karşı başlayan ordu ve bürokrasi merkezli süreçtir…

Süreç sonunda 28 Şubat kararlarını imzalamayan Erbakan ve hükümeti istifa etti…

Yerine 28 Şubat kararlarını imzalayan ANASOL-D hükümeti kuruldu…

Yazar ihtilaller konusunu işlerken, CHP tek parti döneminde olduğu gibi demokrasiye geçiş aşamasında halk adına iktidara el koymuş tirana, despota demokrasiyi askıya alma (DARBE) hakkını bahşeder(!)

CHP’de 1961,1971,1980 ve 1997 darbelerinde bu hakkını kullanmıştır!

***

Yazar, Türkiye ile İslam dünyasının işbirliği zaruridir; ancak buna emperyal güçler engel olmak isteyecektir…

Bu yüzden devlet adına siyaset yapanlar çok dikkatli olmalıdır…

Devlet adına siyaset yapanlar, olaylar olup bittikten sonra değil de olay olmadan yapacağı siyaseti belirlemelidir…

Bu ifadenin kullanılma sebebi, rahmeti Erbakan’ın Başbakan olduğu sırada Libya’ya gitmesi ve Kaddafi’nin onu çadırda karşılaması ve çadırda ona, “ Kürtler, Türkiye’de bağımsız devlet kurma hakkı kazanmıştır…” demesi, Türk devlet erkânı için bir facia olmuştur…

İşte böyle dikkat edilmeden devlet adına acemice yapılan siyasetler, İslam dünyasıyla kurulmak istenen işbirliğini bozacak ve İslam düşmanlarını güldürecek bir faciaya dönüşür…

Büyük Selçuklu imparatorluğu veziri Nizam-ül Mülk Siyasetname’sinde, “siyaset, yangın çıkmadan önce yangını söndürebilecek tüm tedbirleri almaktır…

Yangın çıktıktan sonra tedbir almak ahmak işidir” der…

***

“Şeriat” İslam’a amansız bir düşmanlık olarak kullanılmaktadır…

Şeriat kelimesi kanun, töre ve nizam anlamına geldiğine göre, inatla bu cehalet neden savunulmaktadır?

Şeriatın dayandığı temeller, akideler, prensipler olduğuna göre her iman; sosyal, siyasal ve ekonomik bir nizam, medeniyet şeriat şeklinde dışlaşır, kurumsallaşır, objektifleşir…

Şeriatlar medeniyetlerin dayandıkları iman temelleri farklı oluşları nedeniyle farklıdırlar…

Dolaysıyla her toplumun bir şeraiti vardır…

İslam şeraiti ise, Allah’ın Kitabına ve Resulün sünnetine inandıklarını ikrar edenlerin kabul etmekle şereflendikleri İslam’ın bir hükmüdür…

Hayat nizamıdır…

Reddi İslam’ın inkârı gibi küfürdür…

***

Laiklik ve Demokrasi adına İslam’a saldıranlar, Demokrasi ve laikliğin toplumlara vaat ettiği mutluluk ve çözümlerin İslam’da fazlasıyla mevcut olduğu bir gerçektir…

***

Aykut Edibali’ye Allah'tan rahmet diliyoruz…