26 Ağustos, 2024

SABIR TAŞI




KİTAP İNCELEMESİ

***

KİTAP ADI: SABIR TAŞI

KİTAP YAZARI: NECİP FAZIL KISAKÜREK

***

Bu masalı büyüklerimiz küçüklerimize anlatır…

Benzerlerini dinleriz; ama büyük Üstat Necip Fazıl Kısakürek bunu bir piyes haline

getirmiş ve bizden bazı dersler çıkarmamızı istemiş:

1-İstikrarlı olmak,

2-Sabırlı olmak,

3-Emanete sahip çıkmak,

4-ihtiraslı ve asla muhteris olmamak…

***

SABIR TAŞI MASALININ TAMAMI:

Bir kuş varmış…

Gelirmiş bir köye bir genç kızın penceresine konar, sürekli bu genç kızı izlermiş…

Genç kız da pencereye konan ufacık ama karnı kınalı bu kuşu izler ve merak edermiş…

Serçeye benzer gibi ama serçe değil farklı bir kuş, acaba bu kuş neyin nesidir? diye sürekli düşünür dururmuş…

Gergefinde nakışını oyasını yapar, bir yandan da o kuşa bakarmış…

Bir güne kuş gelmiş pencerenin önüne konmuş, kız da ona dikkatli dikkatli bakıyormuş…

Birden kuş dile gelmiş “merhaba” demiş, genç kız şaşırmış “sen bir kuşsun nasıl konuşuyorsun, öyle?” diye sormuş…

Kuşta, “ görmüyor musun benim karnım kınalı, ben diğer kuşlara benzemiyorum” demiş…

Kız merakla, “nereden geliyorsun, niye buradasın? “ diye sormuş…

Kuş cevap vermiş, “ben seni bir gün büyük bir saraya götüreceğim onu müjdelemeye geldim” demiş…

“Nasıl yani?” diyen kız, şaşırmış ve “sen küçük bir kuşsun beni koca bir saraya nasıl götürebilirsin ki?” diye sormuş…

Kuş “sabret” demiş ve uçup gitmiş bir şey demeden…

Genç kız beklemiş, günler geçmiş “ortalarda yok o kuş, beni aldattı” diye sinirlenmiş…

Bir ara kuş tekrar gelmiş…

“Canın sıkıldı değil mi?

Sabrın tükenmek üzere, sabret, sabretmeden bir şeye ulaşamazsın…

Sabredecek misin?” diye ısrarla sormuş kuş…

Kızda çaresiz “evet” deyince kuş tekrar “sabret seni bir gün saraya götüreceğim” deyip yine uçup gitmiş…

Sabırla kuşun tekrar gelmesini beklemiş…

Günler geçmiş, günler günleri kovalamış…

Sonunda kuş gelmiş, tekrardan pencerenin önüne konmuş…

Ve “seni bir saraya götüreceğim demiştim değil mi? diye sormuş…

Kızda “ne zaman götüreceksin” diye sorunca, “ ilk aşamayı geçtin, sabret şimdi götüreceğim seni” demiş kuş…

Kız sevinmiş, birden o küçücük kuş çırpınmış, silkinmiş ve koskoca Zümrüdüanka’ya dönüşmüş…

Kanadının üzerine genç kızı almış ve gökyüzünde yolculuğa başlamışlar…

Kuş, gökyüzünde genç kızla uçarken ona, “senin bir şeye karar vermen lazım, seni sarayın bahçesine bırakacağım, bırakacağım ama sarayın kapısından içeri girmeyeceksin…

O bahçede bir sınava tabi tutulacaksın…

Bahçede bir taşın üzerinde bir cenaze var, cenazenin başında tam kırk gün

bekleyeceksin…

Orada bütün ihtiyaçların karşılanacak…

40 gün sonra o cenaze dirilecek…

Uyanan Şehzade, cenazesi başında bekleyen kadını Sarayı’na sultan yapacak…

Ve o kişi sen olacaksın, yeter ki sabret…

“Tamam, mı?” diye sorar kıza…

Kızda söz verip “tamam” deyince kuş kızı sarayın bahçesine indirmiş…

Gerçekten de bahçede uzun bir taş o taşın üstünde yatan bir cenaze, başı sarılı, yüzü mumyalanmış…

Anlamış ki kuş haklı, başlamış beklemeye…

Bir gün geçmiş, İki gün geçmiş, üçüncü gün geçmiş derken günler günleri kovalamış, genç kızı almış bir heyecan,40. güne yaklaştıkça heyecanı artmış…

Çünkü kırk gün sonra saraya sultan olacak…

39. günü bulmuş, bir gün kalmış, “saraya gidiyorum” diye “sultan oluyorum” diye içi içine sığmıyor muş, çünkü bir gün sonra saraya sultan olacakmış; ama bir yandan da merak ediyormuş, “acaba bu saray nasıl bir yer? İmkân olsa da şöyle bir kenardan bakabilsem” diye kafasından düşünceler geçirirken tam o esnada bir kadın gelmiş yanına…

“Merhaba ben bu sarayın cariyesiyim” deyince, genç kızda ona “bir iki saatliğine benim yerime burada bekleyebilir misiniz?

Ben sarayın kapısından şöyle bir baksam, görsem…

Ben bu saraya sultan olacağım ya ondan merak ediyorum” demiş…

Cariye de “tabii ki efendim, emrinizdeyim ben beklerim” demiş ve genç kız dayanamamış Saray görmek sevdasıyla kapıdan içeri girmiş…

Başı dönmüş genç kızın…

Güzellikler karşısında başlamış dolaşmaya kapıları…

Açıyor kapıdan içeri giriyor, öbür kapıya gidiyor, içerideki güzellikleri görüyor, bahçeye çıkıyor, kuşlar görüyor, ağaçlar görüyor, etkilenmiş başı dönmüş iyice iki saat geçmiş ama kız dönmeyi unutmuş…

O sırada genç kız sarayda iken Şehzade uyanmış…

Uyanır uyanmaz ellerini açmış “hey sabırla kırk gün beni bekleyen kadın, artık sen sarayın cariyesi değil, sarayın sultanı olacaksın” demiş…

Ve yanında bekleyen kadını sultanı yapmış…

Cariye Sultan olurken kız olmuş sarayın cariyesi…

Genç kız yanlarına gelmiş; ama iş işten geçmiş, çünkü süre bitmiş…

Şehzade yeni sultana, “Bu kadın kim?” diye sormuş...

O'da “efendim bu kız Sarayı’nın cariyesidir” demiş…

Genç kıza bir oda vermişler…

Orada başlamış Saray'a hizmet etmeye…

Her gün kendi kendisine, “ben neden sabredemedim, beklemedim, istikrarı bozdum…

Ben neden bana 40 günlük emanet edilen cenazeye ihanet ettim…

Neden onu bıraktım…

Zümrüdüanka hâlbuki bana demişti ki “kırk gün bekleyeceksin” ben dayanamadım onun başından ayrıldım” diye dövünürmüş…

Şehzade uzak bir yolculuğa çıkacakmış, çıkmadan önce gelmiş genç kızın yanına, köylü kıza, “benden bir isteğin var mı? diye sormuş…

Aslında Şehzade durumdan şüphelenir olmuş, çünkü bu genç kız hiç cariyeye benzemiyormuş “bunda bir hal var” diye sürekli kafasında soru işaretleri takılıyormuş…

Genç kız, “efendim bana bir SABIR TAŞI getirebilir misiniz?” diye ricada bulunmuş…

Şehzade iyice şüphelenir…

Sabır Taşı, hani masallarda geçen mercimek kadar taş var ya, insan ona derdini anlattıkça şişer şişer birden dayanamayıp çatlar, işte bunun için genç kız Şehzade den bir Sabır Taşı istemiş…

Şehzade yolculuktan dönmüş…

Sabır taşını getirmiş kıza vermiş ve “bakalım ne yapacak?” diye izlemeye koyulmuş…

Bir akşam yine genç kızı uzaktan uzağa takip ederken, genç kız taşı çıkarmış konuşmaya başlamış, “ey Sabır Taşı, ben köyde genç bir kızdım, Zümrüdüanka geldi bana bir vaatte bulundu ve bana ‘sabırlı ol’ dedi, ‘istikrarlı ol’ dedi…

Ama ben, emanete sahip çıkamadım, sabredemedim, emanete ihanet ettim, ihtirasa düştüm, ‘sarayı göreyim’ diye başım döndü…

Sultanlığı kaybettim, cariye oldum, ‘şimdi söyle taş, sen olsan ne yapardın?’ diye sormuş…”

Taş şişmiş şişmiş ve çatlamış…

Genç kız, “taş senin dayanamadığın derde ben nasıl dayanayım?” demiş…

Ve tam kendini sarayın penceresinden atarken Şehzade kolundan yakalamış…

“Söyle bakalım nedir bu anlattıkların?” diye sormuş…

Genç kız bunun üzerine bütün olanları anlatmış…

Şehzade Sultan olan eski cariyeyi çağırmış, yüzleştirmiş ve gerçek ortaya çıkmış… 

Bunun üzerine Şehzade cariyeye sormuş, “40 satır mı? 40 katır mı?”

Cariye düşünmüş, “kırk satır desem satırla öldürür beni herhalde, kırk katır dersem, olsa olsa 40 katır yük taşıtır bana…

Ve ben o yükleri taşımak zorunda kalırım, o da gelir geçer…

En azından ölümden kurtulurum diye düşünerek “kırk katır”” demiş…

Ama Şehzade cariyeyi 40 katırın ayaklarına; ellerinden, kollarından ve bacaklarından bağlatarak parçalatır…

Ve böylelikle genç kız da Saray'a sultan olur; ama sabırsızlığın cezasını bir hayli çeker…

 


24 Ağustos, 2024

ZÜLKARNEYN

 

KİTAP İNCELEMESİ

***

KİTAP ADI: ZÜLKARNEYN

KİTAP YAZARI: İSKENDER TÜRE

***

Kitabın önsözünde, Şüphesiz Kuran bir bilim kitabı değildir…

Efsaneler kitabı ise hiç değil!

O, insanın yaratılışına uygun bir hayat sürmesini, kâinatın özünü ve kâinat içindeki yerini kavramasını sağlamak gayesini güden Allah kelamıdır…

Hiç bir kitapta Kuran 'da olduğu kadar ilme önem verilmemiş, hiç bir kitapta insana bu kadar çok düşünmesi emredilmemiştir…

Bir yandan kâinat üzerinde tefekkür tavsiye edilirken, öbür yandan Kuran’da anlatılanlardan ibret alınması, ayetlerde ifade edilenlerle kastedilen şeyin adeta keşfedilmesi istenmiştir…

Kuran’ın ilme ve tefekküre verdiği bu önem, her devirde ayetler üzerinde devrin ilmî seviyesi nispetinde eserler yazılmasını sağlamıştır…

Dolaysıyla yazarda bu kitap için, “Kuran’daki Zülkarneyn ayetleri üzerinde yaptığımız araştırmalar neticesinde bu kitap ortaya çıktı” diyor…

***

Zülkarneyn kelime anlamı “iki boynuz sahibi” demektir…

Zülkarneyn hakkında ayetler ve hadisler hariç birçok yorum hayal ürünü olduğu bir gerçektir…

Peygamberimiz, Zülkarneyn’in peygamber olup olmadığı konusunda bilgi sahibi olmadığını beyan etmiştir…

Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “İsmini bildiğiniz kimselerden yeryüzüne 4 kişi malik olmuştur… Bunlardan ikisi mümin, diğer ikisi ise kâfirdir...

Mümin olanlar Zülkarneyn ile Süleyman’dır...

Kâfir olanlar ise Nemrut ile Bühtunnasr’dır...

Beşinci olarak da yeryüzüne benim evlatlarımdan birisi yani Mehdi malik olacaktır.”

Aynı zamanda Zülkarneyn, bir komutan ve hükümdar olarak kabul edilmektedir...

Zülkarneyn farklı mucizelerle donatılmış bir kimsedir...

Bu kapsamda Zülkarneyn, bulutlara hükmedebiliyordu...

Kendisine Allah tarafından ilim ve kudret de verilmiştir…

Bu sayede dünyanın büyük bir kesiminde hâkimiyet kurmayı başarmıştır…

Kuran-ı Kerim’in Kehf Suresi 83. ve 98. ayetleri arasında geniş bir şekilde Zülkarneyn’den bahsedilmektedir...

Kehf Suresi, 83. Ayet: Sana Zülkarneyn hakkında soru soruyorlar…

 De ki: "Size onunla ilgili bir parça okuyacağım."

 84. Ayet: Gerçekten biz onu yeryüzünde iktidar sahibi kıldık, ona (muhtaç olduğu) her şey için bir yol öğrettik…

 85. Ayet: O da bir yol tutup gitti...

86.Ayet: Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar (gibi) buldu…

Orada (kâfir) bir kavim gördü…

 “Ey Zülkarneyn! Ya (onları) cezalandırırsın ya da haklarında iyilik yolunu tutarsın” dedik…

87.Ayet: Zülkarneyn, “Her kim zulmederse, biz onu cezalandıracağız…

Sonra o Rabbine döndürülür…

O da kendisini görülmedik bir azaba uğratır” dedi…

88.Ayet: “Her kim de iman eder ve salih amel işlerse, ona mükâfat olarak daha güzeli var…

(Üstelik) ona emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz.”

89.Ayet: Sonra yine (doğuya doğru) bir yol tuttu…

 90. Ayet: Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca, onu öyle bir kavim üzerine doğar buldu ki, onlar için güneşe karşı bir örtü yapmamıştık…

91.Ayet: İşte böyle. Şüphesiz biz onun yanındakileri ilmimizle kuşatmışızdır…

92.Ayet: Sonra yine bir yol tuttu…

93.Ayet: İki dağ arasına ulaşınca, bunların önünde, neredeyse hiçbir sözü anlamayan bir halk buldu...

 94. Ayet: Dediler ki: "Ey Zülkarneyn! Bu memlekette Ye’cûc ve Me’cûc bozgunculuk yapmaktadırlar… Bizimle onlar arasında bir set yapman için sana bir bedel ödesek kabul eder misin?"

95.Ayet: Zülkarneyn, “Rabbimin bana verdiği (imkân ve kudret, sizin vereceğiniz vergiden) daha hayırlıdır…

Şimdi siz bana gücünüzle yardım edin de, sizinle onların arasına sağlam bir engel yapayım” dedi…

96.Ayet: “Bana (yeterince) demir madeni getirin” dedi...

İki yamacın arasındaki boşluğu (dağlarla) bir hizaya getirince, “körükleyin!” dedi…

Demiri eritip kor (gibi) yapınca da, “Bana erimiş bakır getirin, bunun üzerine boşaltayım” dedi...

97.Ayet: Artık onu ne aşabildiler, ne de delebildiler…

98.Ayet: Zülkarneyn, “Bu, Rabbimin bir rahmetidir...

Rabbimin vaadi (kıyametin kopma vakti) gelince onu yerle bir eder...

Rabbimin vaadi gerçektir” dedi…

***

Kuran’da Zülkarneyn’in ne zaman ve nerede yaşadığı, hangi kavimden olduğu açıkça anlatılmamıştır…

Bu konularda birçok yorumlar yapılmıştır…

Kısaca diyebiliriz ki, Zülkarneyn muhtemelen ilk çağlarda yaşamış, göklere seyahat etmesini sağlayan vasıtayı elde etmesi için kendisine Allah tarafından imkânlar sağlanmış, yaşadığı hâdiseler bugünkü ilimle bile kavranamayacak salih bir kuldur…

Elbette ki, gerçeği ancak Allah bilir...

18 Ağustos, 2024

ÖLDÜKTEN SONRA “ALLAH” DİYEN BAKAN


 

 KİTAP İNCELEMESİ

***

KİTAP ADI: ÖLDÜKTEN SONRA “ALLAH” DİYEN BAKAN

 KİTAP YAZARI: HÜSEYİN YILMAZ

***

Kitap, iş bankası klasikleri dizisiyle adı anılan Hasan Ali Yücel’i konu almaktadır…

Aslen Giresun /Göreleli olan Hasan Ali Yücel, 1897 yılında İstanbul’da doğmuştur…

Türk felsefe öğretmeni, eski millî eğitim bakanı ve Köy Enstitüleri'nin kurucusudur…

1935 yılında Cumhuriyet Halk Partisi'nden İzmir milletvekili olarak meclise girdi ve art arda dört dönem milletvekilliği yaptı…

Aynı zamanda Ünlü şair Can Yücel’in babasıdır…

***

Hasan Ali Yücel, yıllar yılı hem inkılâpçı, hem değildir…

Hem dindar, hem değildir...

Yakın Tarihimizin Anlatılamayan Hikâyelerindendir…

 Kısacası o, bir devrin aynasıdır…

***

Bir sohbet esnasında Mustafa Kemal’in “Sıfır neye denir?” sualine, müthiş bir espri ile “Sizin yanınızda bana denir, efendim” diyen Hasan Ali Yücel’in yolu önemli makamlardan geçer…

1938’le 1946 arasında Milli Eğitim Bakanlığı yapar…

Milletin köşesine çektiği Yücel, 1950'den 1960’a kadar hayat sahnesinde gazeteci-yazar olarak arzı endam eder…

Yücel 1956’dan 60 kadar İş Bankası Kültür Yayınları’nı idare eder…

 1960’lar da bütün aydınlar gibi o da iktidara yüklenir…

 Darbenin kokusunu alır ve 27 Mayıs darbesine selam durur, avuçları patlatırcasına darbecileri alkışlar; ama 26 Şubat 1961 tarihinde, İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi raciun…

***

Cevriye Hanım, dindar bir Osmanlı hanımefendisidir…

İsmet İnönü’nün annesi olası dolaysıyla Ömrünün son yıllarını Çankaya’da geçirir…

Hasan Ali Yücel, davudi bir sese sahip, dinleyenleri mest eden hoş sesi ile Kur’an, mevlid ve ilahiler okumaktadır...

Bir gün Cevriye Hanım, Çankaya yalnızlığının da verdiği bir sıkıntı ile İsmet’e,  “Evladım, şu Hasan Ali’yi Çankaya’ya alsan da, ara sıra bana Kur’an okusa...” der…

 İnönü yaşlı annesini kırmak istemez…

 Hasan Ali’yi çağırtıp karşısına alır…

 “Seni Çankaya’ya alacağım; fakat bir şartla, dinini dışarıda bırakacaksın…

 Bundan böyle de din lafı etmeyeceksin...”

Hasan Ali bu teklifi nasıl karşıladığını bilmiyoruz…

Bildiğimiz şey, onun Çankaya’ya çıktığıdır…

Bu özelliklerinden dolayı kitabın yazarı Hasan Ali’yi, “Nasıl olur, bir insan kendi kendisini nasıl gömer? Gömmüş işte...

Açıklayalım: Hasan Ali Yücel, daha çok Köy Enstitülerini kuran, orada komünistlerin üslenmelerine göz yumup koruyan, dünya klasiklerini tercüme ettiren, milliyetçi ve Müslümanlarca menfi, solcularca müspet bir adam olarak kamusal vicdana mal olmuş, fakat bir de bizzat Yücel’in yıllar yılı Promete(Yunan mitolojisinde ölümlü bir yarı tanrı ve yarı insandır) gibi zincirlediği bir Hasan Ali vardır, iç Hasan Ali...

 Pısırık ve korkaklığıyla Promete’den ayrılan bir Hasan Ali…

 Zincirlerini kırmayı, çivilendiği karanlıklardan kurtulmayı hiç denememiş, yıllar yılı sükûtun nabzını tutmuş Hasan Ali, bir de şiir kitabı yazmış “Allah Bir” diye…

 Eserinin aydınlık yüzü görmesi için kendisinin ölmesini beklemiş…

Ve “Ben öldükten sonra bu eserim neşredilsin” diye vasiyet bırakmış… 

Oğlu Can Yücel, babasının ölümünden sonra bir sefer basmış kitabı; fakat yıllar yılı suskun yaşamış bir ölünün kitabıyla konuşması hoşuna gitmemiş olacak ki, ikinci baskıyı yaptırtmamış…

Hasan Ali, Müslüman bir cemiyette yaşasaydı, ikbal hırsı onu bu kadar düşürmeyebilirdi…

Heyhat ki, o devrin ikbali Çankaya’da parlamaktadır, Hacı Bayram’da değil…

 Yücel inancıyla Hacı Bayram’a çıkmaya mütemayildir, fakat hırsları onu Çankaya’ya sürükler…

 Karşı koyamaz...

İhtirasının, menfaatinin, gizlenmiş isteklerinin esiridir…

***

Yücel aynayı sonunda kendisine tutar ve bütün çıplaklığıyla kendisini görür aynada…

Gördükleri karşısında kurtarmak ve hür olmak istediği belirir kendisinde…

Ne var ki kurtulmak, zincirleri parçalamak kolay değildir...

1952’de kaleme aldığı “Allah Bir” şiir kitabı 1948’de bitirmiştir...

İşte ameline, gündelik hayatına uzanamayan kendisi «kurtuldum» dese de gerçekte kurtulamadığı esaretini kendi içinde yıkmaya çalıştığı hazin bir gerçektir…

Yücel, tarifi güç bir korkunun kıskıvrak yakaladığı adamdır…

Bunun o da farkındadır…

Yücel’in bocalamaları, kendi kendisiyle boğuşması süreklidir…

 Hemen her zaman başı, kendisinin tabiri ile «mistik» tarafı ile derttedir...

Cılız da olsa, vicdanının sesinden rahatsız ve muzdariptir...

Bu ızdırap içinde «Allah Bir»i kaleme alır, fakat neşredemez, bir nevi ruhî istimnadır bu ve Yücel onunla ızdıraplarını hafifletmeye çalışır…

İnsanları iki şey susturur, iki şey aşağılık bir hale düşürür: Korku ve makam-mevki hırsı...

Hasan Ali’de ikisi de var…

Ne korkularını yenebilir, ne de makam-mevki hırsından yakasını kurtarmak elinden gelir…

Her makul düşüncesi, her derinden pişmanlığı bu iki duygunun kalın hisarlarına çarparak parçalanırlar…

***

Hasan Ali Yücel’in ALLAH BİR şiir kitabından “Allah Bir” şiiri:

“Kul huvallahü ahad” Söyle,

Allah birdir...

Söyleyen: Allah Tanrım,

sana söylerim ki, birsin…

Kimdir, birsin diyen, bilirsin…

İmana adın yeter tanıktır,

Kalbiyle inanmayan sanıktır…

Kalmıştır akıl bu yolda ürkek,

İspatını isteyendedir şek…

Olmuş güneşin güneş delili,

 İspatımı istemez bedihi...

Bir silsile kurmadır tefekkür,

Üst üste vurulma kör düğümdür... 

Gerçekse durur, tebeddül etmez; 

Hak, sabittir; teselsül etmez…

Bir noktaya varmadan düşünce

Devretmededir sebep-netice...

Kudret tükenir bu taşlı yolda 

Takat kalmaz bacakta, kolda…

Gezdim o zeminde ben de pek çok, 

Baktım, bu gezişte bir durak yok…

Az uz gittim, fakat dönünce, 

Nerdeysem o yerdeyim ben önce…

Bir daire çizmişim habersiz, 

Beyhude dolaşmışım demek ben, 

Merkez kaçmış gönül gözümden...

Yıllar geçmiş akılla yoldaş,

Oldum sanarak zekâya sırdaş…

Aslında akıl nedir, zekâ ne? 

Aldanmak için birer bahane...

Şaşmış kalmış zekâ bu işte,

Yoktan vara atlayıp geçişte…

Zaten derdim başımdan aşkın… 

Bir eski kitap elimde, solmuş; 

Kopmuş başı, son, okunmaz olmuş...

Beynim boşa işlemiş bu işte, 

Boşlukta dolaşmadır bu, işte...

Bezmiş aklım bıkıp seferden, 

Taşlık yoldan, çakıllı yerden…

Bir sahile varmış, uçsuz umman; 

Korkup dönmüş fakat kenardan...

Aklım kalmış şuurda saklı, 

Gönlüm coşmuş, bırakmış aklı...

Hiç korkusuz atlamış ve dalmış,

İnmiş, denizin dibinde kalmış…

Bakmış yekpare bir karanlık, 

Baştanbaşa bir siyah dumanlık…

Görmüş ki, Âdem diyarıdır bu; 

Yokluk yeri, Hak civarıdır bu…

Açmış birden fakat o sisler, 

Aydınlanmış bir anda her yer…

Yıllarca emek çekip de yersiz,

İcadı onun bilim değil mi?

En baş eseri ilim değil mi?

Bilgin bize hangi sırrı açmış?

Nispetleri söylemiş ve kaçmış!

Başlangıçtan haber veren yok,

Son merhale nerde, gösteren yok.

Ben neyleyim ortalarda şaşkın,

Umman dolmuş ışıkla, taşmış;

Gönlüm hayran, bu hâle şaşmış.

Gelmiş bana bir derin ferahlık,

Şimşek çakmış içimde artık.

Vicdanım için bu bir buluştur,

Hak, gönlüme bir ışık koymuştur…

Ben işte o anda başkalaştım,

Bir menzile bilmeden ulaştım…

İzah edemem o bulduğum ne?

Gönlümle sezip tutulduğum ne?

Buldum diyorum, fakat ne buldum?

Bir şey ki o, görmeden tutuldum…

Tanrım, seni kaybedip mekânda,

Sezdim sonu olmayan zamanda…

Sen, vasıtasız inandıransın;

Yer gösteremem, içimde cansın…

Kalsaydım akılda ben de mihman,

Kalbim bilemezdi nerde iman?

Tanrım, arayan gönül, izinde;

Ölmüşken olur özünle zinde...

Yok, evvelin, ahirin bir ansın;

Vicdana bu anı sığdıransın...

Varsın, yaradan var oldu senden;

Yokluk bile varlığında varken…

Sonsuzluğa can veren sen oldun,

Boşken bu gönül özünle doldun...

Beyhude bütün geçip gidişler,

Müstakbeli hale benzetişler…

Mazilere göçtü sende kesret,

Doğmuş demedir özümde vahdet...

Vahdet, o da belki bir hayaldir;

Ancak seni şerheden misaldir…

Kesret, niye vahdet üstü düştü?

Bir merkeze bin cihan üşüştü?

Çokluk, yokluk; nedir ya varlık?

Gel, sen çık işin içinden artık...

Kim çözmeye muktedir bu fikri?

Meçhul... Ne doğrudur, ne eğri...

Yanlışsa “bu bir hata” diyen kim?

Haklıysa eğer, “belli” diyen kim?

Yok, böyle hakem bu yerde bir tek,

Mutlak, verecek zekâya örnek…

Mutlak, kanun dışında bir sır;

Takyidi çözümleyen o sırdır…

Güçlük başlar bu zorlu yerden;

Tefriki müessirin eserden,

Ancak kolayından anlamaktır;

Ecza ile küllü yoklamaktır...

Bilseydi akıl bütünde Hakkı,

Kavrardı bir anda Garbı, Şarkı…

İdrake aciz, bu noktadandır,

Uğraşması akıl için ziyandır...

Herkes seni başka başka anlar,

Bir gün inanır inanmayanlar...

Bin renk doğar güneş doğunca,

Kalmaz biri ufku kan boğunca...

Gün, imandır; küfür, karanlık,

Her devresi Hak için bir anlık...

Dolmazsa ışık fezaya böyle,

Her şey durur aslı neyse öyle…

Bazen tek renk olur cihanlar,

Bundan, gözü görmeyen ne anlar?

Gezmek kabuk üstü, boş değil mi?

İman uyandırandır ilmi...

Pek çokları şekte durdu kaldı,

İdrake muhali ayna sandı...

İrkildi fakat senin önünde,

Yol bulmak için akıl yönünde...

Çırpındı da yok deyip direndi,

İdrakini put yapıp beğendi…

Hiçten düzülüp yapılma bir put,

Hiçlikler için tapılma bir put...

Allahsıza hiçlik oldu Allah,

Varlıktan edince gönlü ikrah...

İmansızlık bir ayrı iman,

İnkâr ile sarsılır mı Rahman?

Zaten, yoksan nedir bu inkâr?

İnkâr edenin içinde ikrar...

Senden çıkarak düşünmek olmaz,

Şüpheyle bu kâinat dolmaz...

Senden konuşan seninle bildik,

İmana gelir bu yolda müşrik...

Sen, kendini sende bulduransın,

Nurunla cihan dolduransın!

Yoktur ebedî küfür cihanda,

Varsın, birsin bütün zamanda…

Bir parçalanırsa parçalar bir,

Her parçası birliğinle eştir...

Tekten çıkacak ne varsa hep tek,

Her binde birin hesabı gerçek…

Birken, şaşı, şaşmadan görür çift;

Zihnindeki gölgeler yürür çift...

Vahdet, fıtrî bir anlayıştır;

Esmayı teker teker sayıştır:

Kayyum u Kadir, Hayy ü Cebbar,

Hadi vu Mudil, Rahim ü Kahhar...

Saymakla tükenmez adların var,

Her ismin açar zekâya esrar...

Bir fâni olur biriyle âli,

Rahmet gibidir, iner meali…

Bir ismin eder dehayı mecnun,

Rehber görünen zekâyı melun…

Cennette melek edince isyan,

Kahrınla olur sonunda şeytan…

Şeytan, bir ateş, yakar da yanmaz;

İğfaline her akıl dayanmaz...

Şer, şeytandan icazet almış;

Şeytan, şerden vekâlet almış...

Hayır, ehli veli olur yolunda,

İnsan yücelir, bu duygusunda…

İnsan, ancak senin vekilin;

Esmayı vasıflanan delilin…

Zatındaki her sıfat, isimdir;

Esmadaki mazharın bizimdir…

Her şeyle senin, bu varlık ey Rab…

Sensin bize en feyizli matlub…

Dünyaya gelirken eldedir bu,

Geç kalması yok, ezeldedir bu…

İslâmî buluş, doğuşla başlar;

İzhara vesiledir savaşlar...

Din birdir asılda, çünkü Hak bir;

Durmaz değişirse din değildir...

Lâkin gerekir zamana uygun,

Her devreye, her mekâna uygun…

Bir ayrı nizam; odur şeriat…

Bilmez, aramaz yalın hakikat...

Ahkâmı kuran odur beşerde,

Miyarı koyan o, hayr ü şerde...

Nehiy ile emirledir devamı,

Maksat, yola sokmaktır avamı...

Dindir fakat itikat Hakka;

Hiç bir şeye benzemez, o başka…

Ancak sana erme ittikaadır;

Yol, vasıtadır; hedef, bekadır...

Öyleyse nedir bu türlü dava,

Hak bende deyip de böyle hâlâ?

Hak birdir, o kimde varsa haktır;

Çoktur deme yanlış anlamaktır…

Hilkat de bu sırrı eyler ifşa,

Mahlûk ile halk, aynı mana…

Sen olmayarak var olmaz âlem,

İnkârın için mi geldi Âdem?

Âdem gibidir akıl da bunda;

Asidir, aman diler sonunda…

Anlar ki, özündedir hakikat;

Bir gün şunu söyletir hakikat:

“Sensiz düşünüşte sen sebepsin”,

“Hiçsin, diyenin içinde hepsin”...

Bir başkası başka türlü söyler,

“Varsın” demeyip de sanki neyler?

Oldukça aciz beşerde böyle,

Kıvranmadadır zekâsı öyle...

Her acze deva, senin iraden;

Yardım gelemez ki başka yerden…

Her kudretin aslı sende saklı,

Haktan ne çıkarsa hepsi haklı...

Senden geliyor ne varsa mevcut,

Âbitteki kudretinse mabut...

Musa’dan hekimsin, ilâhi!

İsa’da kelimsin, ilâhi!

Davut’ta seslenir kıyamet,

Bir zirve kemaline Muhammed...

Mahlûkunu hâlik eyleyensin,

Esrarını onda söyleyensin...

Vahyin dile geldi onda, coştu;

Tekrar için asumana koştu…

İnsanlığa bir ışık getirdi,

Beytullah’a hak ziyası girdi…

Bir hamlede düştü Lât u Uzzâ,

Maksat kırmaktı şirki mahzâ...

Emrinle gaza edip Resulün,

Tevhidine verdi başka bir ün…

Her bir sözü bin lisan kelâmı,

Birdir fakat en büyük meramı...

Ancak bu meram, birliğindir;

Birlikle gelen cihana, “din”dir…

Tevhidi özünde toplayan kim;

Toplanmışı anlatıp yayan kim?

Kur’an, o kitaba ad verildi;

Her yaprağına kanat verildi...

“İkra” sözü ilk emirdir onda,

Din bitti denildi en sonunda...

Ümmîyi okutmak hikmetindir,

Emsal edişin mürüvvetindir…

Hatm oldu demek nebide tevhit,

Ettin bu ilimle cehli teyit...

Son elçine son sözün bu, Rabbim,

Varsın, birsin; özün bu, Rabbim…

Tefsiri bu yoldadır, kitabın:

Senden sanadır bütün hitabın...

Manası, meali “mâarefnâk”

Medlûlü “Lemâ halaktül eflâk”

Baştanbaşa sarf u nahvi başka,

İspatı düğümlü, mahvi başka…

Güçlük yoktur Arapçasında,

İdraki lâfızlar arkasında…

Tevhidin olunca bunda maksat,

Ayet dolu muhteşem tabiat…

Kur’an da bir ayetindir, ey Rab!

Tevhide delâletindir, ey Rab!

Halkettin o yönde kâinatı,

İdrak ile parlatıp hayatı...

Lâkin nedir aslı hilkatin? Sır...

Olmuş akıl aynasında bir sır...

Aksinde göründü kendi nuru,

Var olduğunun budur şuuru...

Gök kubbeyi süslemiştir ecrâm,

Dağlar göğe yükselen bir ehram.

Dolmuş bu fezaya Kehkeşanlar,

Bir boşluk içindedir cihanlar...

Hayretle bakar zekâ bu hâle,

İmkân vermek diler muhale...

Durmaz, arar, inceler, yorulmaz;

Lâkin onu halle çare bulmaz...

Başlar işe önce kendisinden...

Bir çifte düğüm bu ruh ile ten…

Ten ruha kafes, hapis bu varlık;

Ruh tensiz olunca nerde darlık?

Can bülbülü gül arar bağında,

Ancak vuslat ecel çağında…

Sırlar çözülür o anda birden,

Bir başka cihanda canlanır “ben”...

Göçmekle göçen yok olmaz elbet...

Dünya son olunca başlar ahret…

Mûtû’yu duyup ölen erenler,

Yoklukta hayatı var görenler...

Derler sana  “Ey İlâh, bilirsin”...

“Birsin” diyerek cevap verirsin…

Mansur’a deyince sen “Enelhak”,

Mansur’un der “Enelhak” ancak…

Kulluk silinir bütün özünden,

Kalkar ikilik gönül gözünden...

Vahdet hale olur şehâdetinle,

İman bir olur hakikatinle...

Berdâr olur ammâ Hak’tadır o,

Bir ruh olarak ayaktadır o!

“Ben Hak değilim” deseydi bir an,

Batılda kalırdı, şirke kurban...

“Ben, sen oldum”, “yokum” demektir;

Varken yok oluş ne hoş dilektir…

Hali uğruna can veren mi suçlu?

Hükmiyle cürüm gören mi suçlu?

İmanı ölüm kadar metinse,

Kâfir olamaz o türlü kimse...

Küfrün başı “şirk” oldu bizde,

Tevhit, küfür mü dinimizde?

Kul, Hak’ta yok ölmesiyle hürdür;

Hürriyete uymamak küfürdür...

Tek hür varlık, senindir ancak;

Hürriyettir kemale varmak…

Hür mutlaktır, bağımsız, adsız;

Eflâki aşar, uçar kanatsız...

Miraç, bu türlü bir uçuştur;

Ruh oldu uçan, ne mutlu kuştur…

Uçsuz bu feza, duran yok onda;

Bir küll bu, yakın uzak yok onda.

Serbestçe Nebi uçup yol aldı...

Cibril fakat yoruldu, kaldı…

Tevhidine erdi Fahr-i âlem,

Üstün çıktı melekten âdem...

Sen, böyle irade eylemiştin;

Mahbubuna öyle söylemiştin…

Her istediğin olur muhakkak,

Hürriyetin oldu çünkü mutlak...

Bir nebzesi var onun beşerde,

Yok, olsa sorum ne hayr ü şerde?

Baskıyla, cebirle olmaz, iman,

İkraha yasak deyince Kur’an,

Hürriyetsiz ibadet olmaz,

Hürriyetsiz diyanet olmaz…

Allah’ına bağlanınca kullar,

Birden açılır önünde yollar...

Hürriyete yaklaşır içinden,

Tevhide varır bu yolda dinden...

İmana yakışmıyor esaret,

Hür olmadadır bütün selâmet…

İslâmiyet bu kurtuluştur,

Hürriyeti dinde bir buluştur...

Feyz aldım onun hakikatinden,

Kurtuldum esirlik afetinden...

Kurtuldum, evet, kesildi bağlar;

Daldım denize kopunca ağlar...

Kalbimde sükûn, huzura vardım;

Zulmet bitiverdi, nura vardım…

Erdim tevhide ben gönülden,

Hamdolsun, hür bir insanım ben...

İkbalimmiş gözümde perde,

Bir başka hava esince serde,

Düştüm de uyandım uykulardan,

Sıyrıldım o sahte kaygılardan...

Oldum yücelikten öyle azat,

Etmem o zamanı şimdi ben yâd…

Hiç kalmadı yükselişte meylim,

Alçakta duran her işte meylim…

Bıktım kula kulluk eylemekten,

Her hırsı çıkarmışım yürekten...

Bağsız kişiyim, bağımsız oldum;

Hürriyeti ben bu yolda buldum...

Bir ayrı siyaset ettim icat;

Hiç istemeyip de kuldan imdat…

Takdirimi sade Hakka verdim,

Gördüm ki bununla bitti derdim...

Çıktım o gavâilin içinden,

Geçtim de zamane süzgecinden...

Madun, mafevk silindi, gitti;

Bir tasfiye devridir ki bitti…

Gamsızlardan uzak makamım,

Hak yolcusu olmadır meramım...

Alâyişe bağlarım çözüldü,

Bir damlada bir ömür süzüldü...

Tufan oldu, arındı ruhum;

Hakkım, dersem, ikinci Nuh’um...

Dağ başlarını tutunca mesken,

Alçaktakiler çekildi benden...

Yalnızlığın ayrı bir ibadet,

Tekken doğuyor içimde vahdet…

Hak’tan yana döndü ihtiyarım,

Kullar bilsin ki, bahtiyarım.

Tanrım, emelim, yolunda olmak;

Tevhidini vahdetinde bulmak…

Bezdim bu cehil karanlığından,

Kurtar beni gafletin ağından...

Yar sinemi lütfünün eliyle,

Doldur onu aşkının seliyle...

Yaksın beni, her şeyim yok olsun,

Ancak sana kulluğum çok olsun...

İsterse dayanmasın bu kalbim;

Yık, kâbene benzemezse Rabbim...

Sen olmalısın içinde sen, sen!

Tür olmaz mı tecelli etsen?

Bir tek dileğim sen oldun artık,

Maşuk olayım diyor bu âşık…

İspat aramam, içimde varsın;

Şüphen neyedir, niçin sorarsın?

Varsın, boştur vücuda burhan;

Varlık sensin, bu işte iman...

Münkir’le Nenkir yorulmasınlar;

Onlar beni yerde bulmasınlar,

Ben sendeyim ey büyük İlâhım!

Tevhidindir dilimde ahım!

Mümindir «İlâhene» diyenler,

Tevhidi «İlâheküm» de söyler...

Senden gelsin sözüm seninle,

Söylet de ne söyledimse dinle...

Ancak sensin dilimde zikrim,

Zikrimle bir oldu şimdi fikrim…

Her bir söz senden ayet olsun,

Başlangıca bir nihayet olsun…

Dolsun isminle asumanlar,

Allah desin bütün cihanlar…

Ruhlar duysun lisana gelsin,

Yerler, gökler beyana gelsin...

Ayin olsun sema içinde,

Vuslat doğsun veda içinde...

Gelsin dile, söylesin susanlar;

Nüksetsin uçup giden zamanlar…

Bülbüllere benzesin hamuşân,

Dem çeksin o yerde canla canan...

Dinsin artık o hay u hular,

Geçsin yere hep o güftügûlar…

Hicrana tahammülüm tükendi;

Aşkın seli taştı, yıktı bendi…

Arşında susup bütün dualar,

Bitsin artık bütün ricalar...

Rabbim, beni dinle, pek harabım;

Ersin sona ayrılık azabım...

Bir ruh olayım visale müştak,

Nurunla yanıp tutuşsun afak...

Kalbim dolsun hararetinle,

Mesut olayım saadetinle...

Yüksünmem yok felâketinden,

Her türlü belâ vü afetinden...

Senden gelsin cefa da gelse,

Hatta gelsin derim ecelse...

Mizan olamaz muhasebende,

Varlık sıfır oldu şimdi bende…

Ben böyle görünce hadisatı,

Sildim gözden bu kâinatı…

Birdir nazarımda her olan şey,

Boştur bu cihanda her dolan şey...

Tek mesele, senden ayrı kalmak;

Sensizliğe küfür içinde dalmak…

Sevginle yakıp dururken öyle,

Kahrınla cehîme atma böyle...

Noksana deva kemalin olsun,

Cennet kul için cemalin olsun...

Tanrım, ne çıkar bu sözlerimden?

Bilmem ne akar bu gözlerimden?

Durmaz kalemim, uzar kelâmım;

Yalnız sensin benim meramım...

Yanlışsa sözüm, dilim tutulsun;

Çarpıksa yazım, elim tutulsun...

Farkında mıyım, nedir beyanım;

Bir kuşdili söylüyor lisanım...

Bir eski kalıpta döktüğüm sır,

Mazileri etmişim muasır...

Bir başka zemindeyim zamansız;

Volkan gibiyim, fakat dumansız…

Sarhoşluğumun içinde lâkin,

Kaybetmediğim vücut, sensin...

Tek felsefe, hikmet-i Hüdâdır,

İlmim, bu cehalete fedadır...

Bildiklerim, ansızın silinsin;

İdrakime bir karanlık insin;

İsmin kalsın yeter, gönülde;

Bir öz ki, yakar, yanıp bu külde...

Zikrinle senin coşar bu kalbim,

Bin kere ölür, yaşar bu kalbim…

Bir dağ başıdır bulunduğum yer,

Rüzgârları “Külle yevmi” söyler...

Meçhul batar doğunca malum,

Mevcut olur en sonunda madun...

Her an yenidir elinde hilkat,

Tekvin ile canlanır tabiat...

Doğdum yeniden şu anda ben de,

Ummanını buldu damla sende...

Her türlü üzüntü, kaygı söndü;

Gönlüm, ölmez hayata döndü...

Beyhude didişmeler silindi,

Vicdanıma bir sükûnet indi…

Geçtim bu duyuşla her hevesten,

Ruh oldu tenim bu tek nefesten…

Nimetlerden feragat ettim,

Külfetlerden nedamet ettim…

Yüz vermiyorum her iltifata,

Lakayd olarak bakıp hayata...

Hiç kimseye yok gönülde kinim,

Sevginle hayat kadar metinim...

Bir zelzele geçti menzilimden,

Tevhidindir çıkan dilimden...

 Sil kendimi kendimin gözünden...

Düştüm yere ben, kapında bir kul,

Bîkes, biçare, hasta, yoksul…

Yalnız seni Hak bilip güvendim,

Sensin dü cihanda tek efendim.

Taptım sana, başka Tanrı bilmem;

Fâniler önünde ben eğilmem...

 

Düştüm beni titreten bu vecde;

Gönlüm; sana eylemekte secde...

Sensin ancak halâskârım,

Yoklukta bu kurtuluşla varım...

Zevk oldu o çektiğim ezalar,

Takdirini bozmadı kazalar...

“Zulmeylediler” demem ben artık,

Mazlum oluşum ne bahtiyarlık!

Senden korkmam, rahimsin sen;

Adilsin sen, hâkimsin sen...

Korkum, beşer adlı korkusuzdan;

Vicdanı sağır, o duygusuzdan…

Toprak doludur yüreklerinde,

Yoksun çoğunun dileklerinde…

Ondan sana ilticadayım ben,

Kurtarman için ricadayım ben…

Tanrım, beni senden ayrı kılma;

Sensizlik içinde gayrı kılma…

Kaçmak diliyor özüm, özünden;

15 Mart 1948

Hasan Ali Yücel

***

Hasan Ali’yi birlikte dinledik, doğru söylüyor: ALLAH BİR...

 Ne var ki, bu bedbaht adam susmaya mahkûm…

 Suçu, yaşarken susmuş olmak...

Bu suç onu ölümünden sonra da susmaya mahkûm etmiş…

***

Kısaca, Hasan Ali Yücel için “kripto Müslüman” diyebilir miyiz?

Bence diyemeyiz!

Çünkü kılıcının her iki tarafı keskin olduğu zaman Müslümanlık ve Müslümanlar lehinde hiçbir icraat yapmayan, aksine aleyhlerinde icraat yapan kişi, elden ayaktan düştükten sonra pişman olsa ne olur, olmasa ne olur!

Kriptoluğa en güzel örnek, Sabetayist Yahudilerdir…

Hasan Ali Yücel için söyleyebileceğimiz tek gerçek, “günümüzde de sıkça gördüğümüz, Müslüman olduğunu iddia eden; ama emperyalistlere hizmet eden karakterler sınıfındandır” diyebiliriz…

***

Her şeyin en doğrusunu Allah bilir…

 

 

12 Ağustos, 2024

KİMYA-İ SAADET


 

KİTAP İNCELEMESİ
***
KİTAP ADI: KİMYA-İ SAADET

KİTAP YAZARI: İMAM GAZALİ
***

Hüccetülislâm, "İslam'da otorite" veya "İslam'ın delili" unvanını alan İmam Gazali, 1058 yılında İran'ın Horasan bölgesinin Tus şehrinde dünyaya gelmiştir…

Eğitimlerini tamamladıktan sonra, Büyük Selçuklu Devleti'nin veziri Nizâmülmülk' ün yanına gider…

Nizâmülmülk'ün huzurunda olan bir toplantıda verdiği cevaplarla diğer bilginlere üstünlüğünü kanıtlayarak 1091 yılında Bağdat’taki Nizamiye Medresesi'nin baş müderrisi olur…

Bilgisi ve edindiği öğrenci topluluğuyla kısa sürede ün ve saygınlık kazanır…

Şam ve Hacca gidip dönen Gazali Nizamiye Medresesi'nde tekrar eğitim vermeye başlar…

Gazali'nin öğrenme merakı onun çok sayıda dini ve fikrî akımları araştırmasına neden olur…

Yaşadığı dönemde hakikati bulmak isteyen insanların dört kısma ayrıldığını ve her birinin hakikati kendi yolunda aradığını görür…

Bunlar; felsefeciler, kelâmcılar, sufiler, Batınilerdir…

Hepsinin görüşlerini inceleyerek; kelâm, felsefe ve Batınilik yolunu kitaplarında ayrıntılarıyla tenkit eder ve sufilerin yolu olan tasavvufa yönelerek hakikati bu yolda arar…

Gazali'ye göre O dönemde İslamiyet'in birliğine kötü anlamda doğrudan etki edecek fikirler hızla yayılıyor, bir taraftan Yunan felsefesi ile İslam inancını yeniden yazmaya çalışan filozoflar, diğer yandan Kur'an'ın apaçık ayetlerini karanlık ve gizemli tefsirlere konu yapan Bâtıniler, İslam dinine ve Ehl-i sünnet itikadının bütünlüğüne büyük zarar veriyordu…

Batını haşhaşı tarikatının kurucusu Hasan Sabbah, Gazali'nin döneminde ortaya çıkmış ve Büyük Selçuklu veziri Nizâmülmülk bu görüşün üyeleri tarafından öldürülmüştür…

Gazali bu dönemde Ehl-i Sünnet dışı grupların görüşlerine karşı reddiyeler yazarak mücadele etmiştir…

Gazali, 19 Aralık 1111’de (53 yaşında)  Büyük Selçuklu İmparatorluğu zamanında İran’ın Tus şehrinde ölmüştür…

***

İmam Gazali, ihya-i ulumiddin adlı eseri oldukça hacimli olduğundan onu okuyamayanlar için özet haline getirerek, adını Kimya-ı Saadet koymuştur…

İmam Gazali bu kitaba “KİMYÂ-YI SAÂDET” adını verme sebebini , “Bakır ve pirinci kırmızı altın yapan maddî kimya zor elde edildiği için, insanlık cevherini hayvani bulanıklardan arıtıp melekler saflığına eriştiren, onu altın gibi paslanmaz ve devamlı yapan mücadele kimyası da zor elde edilir…

Bu kitabin amacı, hakikat ilâcının ecza ve bileşimini okuyucularına kolaylıkla açıklamaktır…

Zira hayvani sıfatları insanî sıfatlara, nefsanî halleri ruhbaniyete çeviren ve yine ebedî mutluluğun rabıtası, sonsuz saadetin vasıtası bu kimyadır…

Kısaca bu kimya mutluluğun hazinesidir…” şeklinde ifade etmiştir…

***

Kimyâ-yı Saadet;  İbadet, iman, amel, ahlak, muamelat ve mutluluk konularını işlemektedir…

Başlıca konuları şöyledir: Kendini bilmek, kalbin hakikati, insandaki kötü ve iyi vasıflar, marifetullah, insan fıtratı, dünya gerçeği, ahret hayatı, kabir azabı, ruhun mahiyeti, ehlisünnet itikadı, kıyamet, tekrardan dirilme, şeriata uymak…

***

Kitabın esas konusu insandır…

Öncelikle insanın kendisini bilmesi gerekir…

İnsanın kendini bilmesi, Allah’ı bilmekten önce gelir…

Çünkü Peygamber Efendimiz; "Kendini bilen Rabbini bilir" buyurmaktadır…

Kitabın isminde “saadet” kelimesi geçmesinin anlamı nedir?

İnsanın mutlu olması için maddi ihtiyaçlarının karşılanması yeterli midir?

Kitap bu sorulara cevap vermek için, başından sonuna kadar mutluluğa ermenin yolunun Allah’ın rızasını kazanmak için çabalamaktan geçtiğini anlatır…

İnsanın maddi ihtiyaçlarının gideriliyor olması, önemlidir; ama yeterli değildir…

Gerçekte insanın manen mutlu olmasıdır…

Bu yüzden Allah ; “Dikkat edin! Kalpler ancak Allah’ın zikriyle tatmin olur” buyurur…

Kimya-ı  Saadet’teki mutluluk izahı, insanın Allah’ın rızasına göre yaşaması, O’nun rızasını elde etmesidir…

Allah, Ben insana kendi ruhumdan bir nefes üfledim. buyuruyor…

Demek ki ruhun aslı Allah’ın bir nefesine dayanıyor…

İnsan ruhu oradan buraya gurbete gelmiştir…

Amacı ticaret tohumu ekmektir...

Yani nefsini, malını, canını, Allah yolunda kullanmak; onları Allah Teala’ya satmak ve karşılığında Allah’ın rızasını ve cenneti satın almaktır...

Başka bir şekilde ifade edecek olursak; dünya bir tarladır, burada güzel ameller ekilir, meyveleri ahrette toplanır… 

Demek ki gurbete gelmiş olan ruh, manevi kalp, sonunda yine O’na dönecektir…

***

Oktay Sinanoğlu’nun Kimya-yı Saadet ve İmam Gazali hakkında söyledikleri:

Kimya-yı Saadet kitabını tesadüfen Hacıbayram’ın orda bir sahafta buldum…

40 yaşından sonra bu kitabı gördüm...

Baktım, hayretler içinde kaldım…

Ama o kadar ileriymişler ki, o kitap o gün bilinen ve Batı'nın hiç bilmediği kimyayı anlatıyor...
Yani elementlerin özelliklerinden falan başlıyor Biyokimya'ya geçiyor…

Hatta öyle şeyler anlatılıyor ki; hayretler içinde kaldım…

Çünkü önce doğru bildiğimiz şeyler diye okurken, birden aklıma geldi ki Gazali orda kan dolaşımından bahsediyor, hormonlardan bahsediyor...

Batı'da kan dolaşımı, 17. yüzyılda yani bu kitabın yazıldığından 700 sene sonra keşfedilmiştir...
Vücudun kimyasından, hayati kimyadan başlayarak  bu salgıların falan kanda insan Halet-i Ruhiyesini nasıl değiştireceğini anlatıyor ve oradan ruhiyat'a geçiyor...
Ruhiyat 19.- 20. yüzyılda keşfedildi Batı'da…

***

Gazali kitabın sonunu şöyle bağlar:

Kimya-yı Saadet kitabına burada son verelim…

Bu kitabı okuyanın, kitabın yazarını hayırlı duadan unutmamasını, onun için Allah’tan af

ve mağfiret istemesini rica ederim…

Eğer bu kitapta bir yanlışlık olduysa yahut niyetine riya karıştıysa, Allah’ın fazlı ve keremiyle

ve dua eden azizlerin duasının bereketiyle affedip bu kitabın sevabından mahrum eylemesin…

Zira bir kimsenin, insanları Allah’a davet edip gözü insanlarda olmakla, Allah’tan mahrum ve uzak

kalması kadar büyük bir ziyan ve hüsran yoktur...

Bundan Allah’a sığınırız…

Kitabın sonunda deriz ki: Allah’ım, senin azabından affına, gazabından rızana sığınırız ve sen kendine hamd ve sena ettiğin gibi, sana hamd ve sena etmemekten yine sana sığınırız…

Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun ve Peygamberlerin en büyüğü ve yolların kılavuzu Muhammed Mustafa’ya ve onun temiz ashabına salât ve selâm olsun…
***

Allah mekânlarını cennet eylesin…